Sei sulla pagina 1di 10

FAİROUZ, PERHAN, ERMENİLER VE FANTASTİK BİR YOL HİKAYESİ

Benian KARA

Antakya'da yaşayan dostlara…

Bir insan hayatında, yirmi dört saate sığan olaylar ne kadar enteresan olabilir? Belki çokça…
Yine de ne öyle bir gün yaşamadıysanız işlerin ne denli tuhaflaşabileceğini asla tahayyül
edemiyorsunuz. En azından biz edememiştik.

Günün ilk durağı olan Vakıflı Köyü’ne varışımızla kulağıma çalınan Ermenice sohbete
şaşırmama şaşıran Hamit kiliseyi göstermek istiyor bize. “Şu tarafa.” diyor. Yürüyoruz.
Kulağımızda sesler ve aklımdaki isyankar sorularla. “Ne yani haklı değil miyim?” Bu
topraklarda çokça dil ve dinle beraber süren hikaye bize gelene kadar tek dile ve tek dine
kadar düşüyor ve kendimizi bildik bileli, bildiğimiz tek şeyi bile bilemez hale geliyoruz. Ne
ironi! Yine de işte bu kulaklar, ak saçlı teyzelerin bir masa etrafında toplaşıp kendi dillerinde
gündelik bir sohbete daldıklarını duydu birkaç gün önce. Şimdi siz de diyeceksiniz ki; "Ne
biliyorsun, sohbetin gündelik olduğunu?" Ben de diyorum ki; "Bunların hepsi his." Başka
türlüsü nasıl mümkün olabilir ki zaten? Varoluşları, uzun yıllar boyunca bir masal gibi
anlatılagelen ama gerçek olduklarına dair kişisel herhangi bir deneyim yaşamadığımız,
haklarında gerçekten pek de bir şey bilmediğimiz bu insanlar ve onların efsunlu dilleri ancak
hislerim kadar yakın ve bir o kadar da uzak bana. Zaten bu ülkede yaşıyorsanız
yapabileceğiniz en isabetli şey de güvenebileceğiniz hisler geliştirmektir kendinize. Gerisi
beyhude.

Rivayet o ki; Musa Dağı'ndaki asırlık ağaçların kuytularında minik taş evler yaparak
Tehcir'den saklanan 7 köyün Ermeniler'inden geriye kalanlar, kendilerini unutturur ve ortalık
yatıştığında da Vakıflı'ya geri dönerler. Rivayet dediğime bakmayın, olayda 1915 öncesi ve
sonrası diye ayrılan 2 dönem ve bolca ayrıntı var, öncesini değil ama sonrasını anlatan
'Musa Dağı'nda 40 Gün' kitabından bahsedip okumamızı öneriyor Hamit. Kitabın adını
aklıma yazıp, etrafa dikkatlice bakmaya devam ediyorum. Zaman zaman kurduğumuz
çocukça bir hayal var özellikle bazı sohbetlerin sonunda; sadece 10 dakikalığına bile olsa,
hiç yaşamamış olduğumuz ama çokça merak ettiğimiz geçmiş bir tarihe gitsek diye... O
hayal burada gerçek olabilirmiş gibi hissediyorum. Denesem… diyorum. “Ne kaybederim ki?”
Gözlerimi kapatıyorum, birkaç saniye beklemeliyim diye düşünürken ilk anda
tanımlayamadığım bir ses ve üzerime geldiğini hissettiğim bir şey yüzünden bir anda
açıyorum gözlerimi ve aynı anda da kendimi yolun kenarına atmak zorunda kalıyorum.
Düşünmeden yaptığım bu hareket hayatımı kurtarıyor. Dörtnala giden at arabasının
ardından bakakalıyorum. Yerden kalkıp üzerimi silkelemem için hamle yaptığımdaysa ufak
bir çığlık atıyorum. Altımda bileklerime kadar uzanan fırfırlı bir etek var, bittiği yerde belimi
sıkıca sarmış bordo rengi bir kuşak... Üzerimde ise bahar dalları gibi çiçek dolu incecik,
yumuşacık bir kumaş gömlek. Ellerimi saçlarıma ve yüzüme götürüyorum endişeyle. Her şeyi
giyebilirim ama saçlarım son 10 yıldır aynı boyda ve renkte. Değişmesine dayanamam diye
düşünürken rahat bir nefes alıyorum. Değişmemişler neyse ki. Gözlüğüm de duruyor ama bu
geleneksel kıyafetlere pek de yakıştıramıyorum Lennonvari camlarımı. Nihayet kendimle
derdim bitip de etrafa bakabildiğimde yeniden şaşırıyorum. Hangi zaman bu? Nasıl?
Kilisenin bahçesinden insanlar çıkmaya başlıyor. Ellerinde tuttukları minik kitapçıklarla…
Bugün Pazar herhalde. Bir süre izliyorum dışarıya akan kalabalığı. Pek konuşmuyorlar ama
yüzlerinden; hayatlarının akışını bozan tedirginlikleri, kendilerinden daha büyük bir iradeye
irsal etmenin ve yeniden gündelik koşturmacalarına dönebilecek olmanın hafifliği ve huzuru
okunuyor. Bir an özeniyorum onlara. Yetişebilsem girerdim içeri. İnsanı insan yapan o irade
dışında hiçbir şeye inanmıyor olmama rağmen yan yana gelerek huzur bulan bu insanlaŕin
yanında huzur bulabilirdi ruhum belki. Kilisenin kapısından çıkıp köyün dört bir yanına
dağılan insanlar gibi dağılıyor düşüncelerim. Ne taraf gitsem? Diye düşünürken, birazcık
ileride kurulmuş tezgahı fark ediyorum. O tarafa şey istiyorum hemen, eteğin ayaklarına
tanımlamasına özen göstererek. Üç tarafı kapalı, onu tamamen açık ahşap kulübe içindeki
raflarda rengarenk sıvılarla dolu şişeler dizili. Yaklaşıp soruyorum genç kadına.
-Bunlar nedir?
-Bizim yaptığımız likörler.
-Tadabilir miyim hepsinden?
-Tabii, hangisinden olsun ilk? Vişne, limon, portakal çiçeği, erik…
Portakal çiçeği olsun diyorum hevesle. Hamit'lerin sokağına ne zaman girsek burnumuzdan
girip başımızı döndüren kokuyu hatırlıyorum. Portakal çiçeği demişti o da. Kış olmasına
rağmen böyle güçlü ve derinden gelen kokuya şaşırmıştık.
Minicik bir bardak alıyor kadın tezgahın altına eğilip. Bir parmak doldurup veriyor. Önce
burnuma yaklaştırıp, sonra tek dikişte içiyorum. Başka bir şey denememe gerek yok aslında
yine de merak ediyorum.
-Harikaymış. Vişneye de bakabilir miyim?
Kırmızı şişeye uzanıyor bu sefer. Ondan da koyup uzatıyor. Ekşi ve tatlı. Aynı anda… Belki
daha çok ekşi. “Uğur da bunu sever kesin.” diye geçiyor aklımdan. Uğur? Ne zamandan beri
olmadığını çıkarmaya çalışırken panikle etrafıma bakıyorum. Hiç sevmem bir başınalığı?
Likörü tadıp, yanındakine kocaman açılmış gözlerle dönüp, çok güzelmiş diyebilmek gerek
gibi sanki. Sanki paylaşacak kimse yoksa şaşırmanın da tadına varılamaz gibi. Başım
hafiften dönmeye başlıyor. Sonra tekrar uğrayacağını söyleyip, teşekkür edip ayrılıyorum
Uğur ve Hamit'i aramak için.

Köyün içinden geçen tek ve kocaman caddeye çıkıp aşağı doğru inmeye başlıyorum. Küçük
bir bakkal görüp dalıyorum içeri. Altı taş örme, üstü ahşap bir kulübe yine. Raflarında
kavanozlar var. Başımla sessiz bir selam verip beyaz olanı gösterip soruyorum. “Tuzlu
yoğurt.” diyor gülümseyerek bakkalcı amca. “Biz yapıyoruz, keçi sütünden.” Yemek ve içmek
üzerine sonsuzluğa uzanan merakım tatmin edilmek için yüzlerce soru yaratıyor. Tam
başlayacakken tanıdık bir ses duyuyorum arkamdan. “Burada mıydın?” Uğur ve Hamit
gelmişler. Onların giydiği kıyafetler de bir garip. Hatta Hamit'i başında kumaştan bir kasket
var ama duruma pek takılmıyorlar gibi bir halleri var. “Çok güzel likörler buldum.” Diyorum
“Gidip bakalım mı?” Biz de seni göremeyince yan taraftaki Garbis Abi'nin kahvesinde birer
bira içtik. Şurada az soluklanıp sonra gidelim diyorlar. Kabul ediyorum. Yol kenarındaki
portakal ağaçlarının altında bank var. Oraya geçip birer sigara yakıyoruz. Biz otururken minik
bisikletlerin üzerinde minik insanlar son hız geçiyor önümüzden, yokuş aşağı. Çocuklar
kayboluyor, arkalarında kahkahalarını bırakarak. “Chesire kedisi gibi, kendileri gitti ama
gülümsemeleri kaldi.” diyorum gülümseyerek. Boş gözlerle bakıyorlar bana. Hamit hemen bir
konuya giriyor yine. “Hocam burada, Vakıflı’da tarım da yapıyorlar. Bayağı iyiler, her şey
yetişiyor neredeyse. Ağustos’ta gelseydiniz Meryem Ana Bayramı zamanında, buğdayla eti
pişirip, beraber döverek yaptıkları bir yemek var. Herise diyorlar. Çok lezzetli. Onun da
tadına bakardınız. En son da herkes uzun masalarda toplanıyor. Papazın okuduğu duadan
sonra üzüm yeniyor. Çocuklara da bir sürü hediyeler falan veriliyor mutlu olsunlar diye.”
“Keşke!” diyorum içimden. “O vakitte gelebilseydik.” Sigaralarımızdan son nefesleri alıp
hızlıca kalkıyoruz. Sözleşmiş gibi tekrar yukarı doğru çıkmaya başlıyoruz. Çok geçmeden
yine dörtnala gelen bir atlı araba sesiyle irkiliyorum. Yine de sakince hep beraber kenara
çekiliyoruz. Kendime engel olamayıp, “Gördünüz mü? Nasıl yani? At arabası!” diyecek
oluyorum. Onlarsa gereksiz heyecanımı çocuksu bularak kınadıklarını belli eder bir ifadeyle
bakıyorlar suratıma. Elimden bir şey gelmiyor. Yola devam edip likör tezgahına ulaşıp 2 şişe
likör alıyoruz. Hamit; Fulya çiçeğini denediniz mi Hocam?” diyor. “Benim favorim o.” Fulya
çiçeğini canlandıramıyorum bile gözümde ama çaktırmıyorum da. “Onu da bir dahaki sefere
deneriz.” diyorum sabırsızlıkla.

Karşı evin bahçesine takılıyor gözüm arkamı döndüğümde. Ak saçlı, kırmızı yanaklı
teyzeler… bir masanın etrafında toplaşmış, ellerindeki dantelleri örerken bir yandan da
sohbete dalmışlar. Hepsi aynı anda konuşuyor ve yine de anlaşıyor gibiler. Bense sadece bir
iki isim seçebiliyorum aradan. Gözlerimi kapatıp dinlemeye başlıyorum bu kelime ayrımlarını
yok edercesine birbirine bağlanabilen ve nefes almadan dakikalarca konuşulabilirmiş gibi
gelen bu dili. Biri içeri sesleniyor. Lusiiin diye uzatarak... Dışarıda hiç durmamacasına
anlatılan hikayede ise Kadya ismini seçiyorum. Zihnimin içinde yankılanarak sonsuzluğa
ulaşan bu seslerde kaybolmak üzereyken Hamit'in tanıdık sesi geliyor kulağıma. “Hocam
geçen seneydi galiba.” Cümle bittiğinde gözlerimi açmış olabiliyorum ancak ve yine
irkiliyorum durduğum yerde. Güzelim fırfırlı etek yok artık. Siyah bisikletçi taytı var yerinde.
Üstünde de uzun bir t shirt ve polar mont. Vakifli'dayiz hala ve bugünde… Teyzeler, kilise,
çay bahçesi, portakal ağaçları aynı. Arnavut kaldırımlı taş sokaklar asfalt artık. Bir de her
yerde otomobiller. 36, 06, 35 plakalı. İçerliyorum. Hamit'e dönüyorum tekrar. Devam ediyor.
“Suriye'de Işid, size gösterdiğim Kel Dağı'nın arkasındaki Keseb'e saldırınca, oradaki
Ermenilerden yaşlı olanlar buraya sığınmak zorunda kaldı. Buradakiler de oradan gelenlere
kucak açtılar. Sanırım aynı Ermenice ağzını konuştuklarından kolayca da anlaşabilmişler.
Hamit'in sesi gittikçe uzaklaşıyor, hikaye devam ediyor mu emin olamıyorum ve bir anda, her
şeye yabancılaştığımı hissediyorum.

Oysa sadece anadilimden başkasını duymak buna sebep olmuş olamaz, hissediyorum.
Bunca yıldır bu toprakları kafamda parçalara bölüp, çokça analiz edip durduğumu ama hiç
duygudaşlık ya da bağ kuramadığını anlıyorum dehşetli bir kalp sızısıyla. Oysa ne zaman
lafı açılsa, çok dilli ve kültürlü oluşumuza rağmen binlerce yıldır beraber yaşayabilme
kabiliyetimize gururlu övgüler sıralayıp, gittikçe değişenlere hayıflanıp, bu topraklarda
yeniden ve hep beraber kurabileceğiniz insanca bir yaşamın özleminden ne çok konuştum
yaşamım boyunca. Küçük bir şehirde başlayıp, bir parça büyüğünde devam eden ve
Başkent’e uzanan yaşamımda, tüm olup biteni anladığını sanmanın hezeyanları gibi şimdi ve
buradan bakınca her şey. Seçilmiş Anadilimizin bile sırlarına bile vakıf olamadan harcanıp
giden yılların ardından bir de ikinci ve hatta üçüncü “yabancı” dili öğrenmeye cüret
edebildiğimiz ve yine şuursuzca savrularak ve debelenerek geçen yıllar... O diller ki bize
gerçekten de uzak ve yabancı sanki.
55 bin km yol yapmak için çıktığımız bu yolculukta, doğusu ile batısı arasındaki 1650 km
boyunca konuşulmakta olan ve hiç de yabancı sayılmayacağımız onlarca dilden birini bile
bilmiyor ya da öğrenmek istemiyor oluşumuz. Diyeceksiniz ki “Ben öğrenmek istedim.”
Umarım ki; başarılı olmuşsunuzdur Sayın Okuyan. Bütün kalbimle hem de… Ha bir de; 1
asır yaşamış nenemin kendi dilinde anlattığı ve anladığımız için değil, anlatırken büründüğü
esrarli tavrı sayesinde dinlediğimiz masallar var… İşte hissettiğim yabancılaşmanın
sebepleri.

İçimde bir yerde, hep öylece duran bu yabancılık, bisikletle yolculuğa çıkıp 3 bin kilometre
yol yaparak ülkenin en Güney ucundaki küçük bir Ermeni köyünde gün yüzüne çıktı. Bu
yüzden “yabancı diller” okudum belki. Bildiğimden başka ne konuşulsa ölesiye merak ettim.
Belki de bu yüzden “Ne tarz müzik”le başlayan soruların cevabı hep; tarz değil bir başka yer
ya da dil adı oldu benim için. Latin Amerika’dan Afrika'ya, Gürcülerden Abhazlara, Kürtlerden
Ermenilere… Öyle ya!

Oysa tanrıya ulaşmakla kafayı bozmak yerine birbirimizle yetinseydik böyle olmazdı belki.
“Bütün dünyanın dili bir, sözü birdi.” diye başlayan hikayenin “Yehova onları tüm yeryüzüne
oradan dağıttı ve zamanla şehrin inşasını bıraktılar. Bu nedenle şehir Babil diye adlandırıldı.
Çünkü Yehova tüm dünya dilini orada karıştırdı.” diye bitmesi ne acı. Ne birbirimizle
anlaşmayı ne de bir şehir inşa etmeyi becerebilmişiz.

Nerede olduğumu ve buraya nasıl geldiğimi bulamaz haldeyim artık. Hatırlamak için biraz
başa sarmak ve toparlamak zorunda kalıyorum yaşadıklarımızı.

Sevgilimle çıktığımız "Bisikletle Dünya Turu"nda henüz sınır ötesine geçememişiz.


İstanbul'dan çıkıp neredeyse 1 yılda vardığımız yer; Antakya. Bizim için makul ise de bisiklet
turculuğu alanında tarihe geçecek bir fiyasko adeta. Bisikletçi olmadığımız çok belli ama
belgeselde iyiyiz bak. 11 ayda 2 film yapmışız ki; onlar bambaşka hikaye. İyi dinleyici ve çok
meraklıyız. Nereye çağırsalar gidiyor, ne anlatsalar dinliyoruz. Böyle böyle 11 ayda vardık
Antakya'ya. Belgeseller bitti ama biz de bittik üzerinize afiyet. Şimdi neyi merak etsek, neyi
sorsak? diye düşüncelere daldığımız zamanlar. Çokça seçenekler arasında
bocalamaktayken kendimizi Arsuz'dan Samandağ'a doğru giden sahil yoluna vurduk. Çokça
kişinin tehlikeli diyerek ne demek istediğini yolun girişindeki tabelayı görünce anladık. Yol
“heyelan ve terör tehdidi” olduğu için kapatılmıştı! Geçmeye karar verdik ama yol boyunca
sürekli dağlara bakıp durdum birileri gezip dolaşıyor mu hakkaten diye. O tarafta kimseyi
görmedim ama yolun şahane deniz manzarası vardı diğer tarafta. Bir de yol boyunca hiç
bitmeyen kocaman taşlar. Her bir zerremizin hiç durmadan sarsıldığı 3 saat boyunca
pedallıyoruz.

Bu acayip yol bittiğinde karanlık çoktan çökmüş oluyor ve kendimizi Çevlik sahile atıp,
çadırımızı saniyeler içinde kurup bayılıyoruz içinde. Sabah gözümüzü tepemizde toplanmış
kocaman gri bulutlara ve denizde köpüren dalgalara açıyoruz. "Günaydın Sevgilim!" diyerek,
kafamızda çalan romantik ezgilerle çadırın fermuarını açma, önce bir gerinme sonra da
çarşaf gibi denize koşma hayallerimiz, sert esen rüzgarda, ağzımıza burnumuza kumlar
dolarken, çadırı toplamaya çalışmak hengamesinde uçup gidiyor. Bir önceki gece, nasıl
olduysa düşünebildiğimiz bir an olmuştu ve çok yakında Titus Tüneli varmış, ona gidelim
demiştik. Bunun aklımıza gelmesiyle, "Sıcak olur hem, ısınırız." diye düşünerek o tarafa
doğru pedallamaya başlıyoruz. Girişteki tabelada; İ.Ö. 1. yüzyılda, Vespasian isimli Roma
İmparatoru tarafından "Yapın!" emri verilen, zamanın "çılgın projesi" tünelin, oğlu Titus
zamanında yani İ.S. 81 yılında bittiği, 1380 metre uzunluğunda, 7 metre yüksekliğinde, 6
metre genişliğinde olduğu bilgileri var. Ellerindeki taşları taşa vurarak çalışan, efsanelerin
dağı Musa Dağı'nın eteklerini delip geçen, sağanak yağışlar dönemlerinde bile çalıştıkları
yerden akıp gidecek sele kapılacakları bilinmesine rağmen ara vermelerine, kaçıp canlarını
kurtarmalarına izin verilmeden ölümüne çalıştırılan ve sonunda da bir rivayete göre topluca
öldürülen kölelerden bahseden tek bir cümle bile yok! Çıkıyoruz, acıkan karnımızı doyuralım
istiyoruz. Bankamatik soruyoruz önce ama kızgın bakışlarla karşılaşıyoruz. Burada bir atm
olmamasının suçlusu benmişim gibi hissediyorum. Dün gece ucu buraya uzanan şu tehlikeli
yolun bitiminde karşımıza çıkan devasa bir alana kurulu ve yüksek duvarlarla çevrili
jandarma karakolu geliyor aklıma. Küçük bir mahalleye atm gerekmiyorsa karakol da
gerekmemeli sanki ama beni kim dinliyor ki? Midemiz kendi içine doğru çöküp bir karadelik
oluşturarak her şeyi yutmadan bir şeyler yemeliyiz artık. Kebapçı olmayan tek yere,
Öğretmenevi'ne girip, bir şeyler atıştırmanın ardından kafamız çalışıyor ve günün planını
yapmaya başlıyoruz. Vakıflı Köyü'nde organik tarım yapıldığı bilgisini alalı 1000 kilometre
olmuş ve fakat dünkü yolculuğun yorgunluğunun ardından gözümüzde büyüyor yol. Plan
yapmaya çalıştıkça seçmek ve vazgeçmek durumunda kaldığımız ihtimaller artıyor ve iyice
içinden çıkılmaz bir hal alıyor durumumuz. Ben içimden; "Bir şey olsa da yönümüzü bulsak."
diyorum ve bir şey oluyor! Masamıza göktaşı hızıyla, esmer bir çocuk yaklaşıyor: "Hocam
merhaba. Ben Hamit. Dün Couchrail'de bir post açmıştınız, orada görmüştüm sizi, kalacak
yeriniz yoksa Antakya'da evim var, gelip kalabilirsiniz." diyor bembeyaz gülerek.
Çağırdıklarımızın çabucak gelmesine alışık, şaşkınlığı kısa kesip; "Olur." diyoruz. Hesabı
ödeyip yola koyuluyoruz. Sahilin bitimine yakın içimize bir kurt düşüyor. Bundan sonra
Güneydoğu, Gürcistan, Ermenistan, İran derken tekrar denize kavuşmamız uzun sürecek
diye düşünüyoruz, ağır geliyor bu düşünce. Bir duş bulsak da son defa denize atsak
kendimizi diyoruz onun yakınında. Buluyoruz da... Son defaymış ve aynı zamanda ilk
defaymış gibi denize girip dalgalarla boğuşup tuzlanıyoruz. Ardından yola devam edip 30
km'lik Antakya yolunu 3 saatte alıyor ve giriş tabelasının yakınlarında Hamit'le buluşup evine
geçiyoruz.

Eve girer girmez 2 başka arkadaşın daha olduğunu görüyoruz içerde. Anladığımız kadarıyla
burası bir öğrenci evi ve beraber ya da yakın yaşıyorlar diye düşünerek üzerinde çok
durmuyoruz. Ev sahibimiz biz eve girer girmez; "Hocam siz isterseniz hemen duş alın, sonra
çamaşırlarınızı atarız makinaya, biz zaten yemek hazırladık." dediğinde şaşırıyoruz. Genç
yaşlarına rağmen bunca anlayışlı ve ihtiyaçlarımıza dair bilgi sahibi olmalarına zira tersi
örnekleri çokça yaşadık zorunlu yolüstü misafirliklerimizde. Insanlar hikayemizin özetini
dinledikten sonra kendi hikaye ve hayallerinin extended version'larını, sabahtan akşama dek
pedal çevirmiş biz zavallı gezginlere anlatmak istiyor. Orta sınıf kafa karışıklığının ve
tatminsizliğinin, feng shui ve popüler minimalizmi inkâr edememenin zorunlu sadeliği ile çok
çalışıyorum o halde en iyisini hak ediyorum tatminsizliğinin arasında ve sınırlarında dolaşan
zevklerinin yansimasi olan salonlarının orta yerinde, günün tüm teri, tozu ve yorgunluğu
yüzümüzdeki eğreti gülümsemede donup kalıyor saatlerce. Uyku gözlerden akıp gidiyor. İşte
bu acı deneyimlerin ışığında bakarak ve şaşırarak soruyorum Hamit'e: Bayağı
deneyimlisiniz, siz de yaptınız mı uzun tur?” “Hiç yapmadım ama hayalim Hocam.” diyor
Hamit. “Aferin Benian!” diyorum kendime. Bunu aklımın bir köşesine yazıp yeri ve zamanı
geldiğinde Hamit'i cesaretlendirecek bir şeyler söylemeye yemin ediyorum.

Duştan dünyanın en bahtiyar insanları olarak çıkıp, bizim için hazırlanmış sofraya oturup
sohbete başladığımızda; birbirini ilk defa gören bu 5 kişi arasında ihtiyatlı sessizliklerle
bölünmeyen, araya kahkahaların karıştığı bir sohbet akıp gidiyor öylece. Ancak daha dikkatli
ve usulca ilerleyen arkadaşlıklar kurmayı becerebildiğimizden bu 40 yıllık dost sohbeti misali
geçen akşam, bizim değil onların marifetiymiş gibi geliyor. Anlattıklarına bakılırsa; bizim
öğrenci sandığımız gençler, okullarını bitirip Antakya'yı aşırı özgür iradeleriyle, yaşamak için
seçmiş insanlar. Yine de ayrıntılarını merak ediyoruz hikayelerinin. Alıştığımızın aksine;
kendileriyle ilgili kurdukları birkaç cümlenin ardından mutlaka bizimle ilgili sorular da sorarak
sohbetin karşılıklı ilerlemesini sağlıyorlar. Nadiren yaşadığımız türden gerçek bir diyalog
yani. “Biz çok seviyoruz burayı.” derken yan gözle Şeyma’ya bakıyorlar. Yakalıyorum. “Sen
sevmiyorsun sanki!” diyorum. “E ben buralıyım. Üniversiteyi de burada okuyunca sonrasında
bi gitmek istedim tabii.” diye başlıyor. “Hatta gittim de ama gerçekten sessizligi ve dinginliği
arayarak döndüm.” Sevgilisi Vedat gülümseyerek ekliyor: Zaten biz ikna ederdik onu ama
gerek kalmadı. Bunu da bize değil, Şeyma'nın gözlerinin içine bakarak söylüyor. Bu ikisinin
her hareketinden etrafa, birbirini bulmayı şans sayan insanların coşkulu yaşama sevinci
yayılıyor dalga dalga. Yemek masasını hep beraber ortadan kaldırır kaldırmaz yan yana
geliyorlar örneğin. Ya elleri ya da ayakları hep temas ediyor birbirine. Üstelik farkında bile
değiller. Dalları birbirine karışan yan yana iki ağaç gibiler.

Hamit de kız kardeşinden bahsediyor. “Bugün Teyzemde ama yarın gelir, tanışırsınız.”
diyerek. Üniversiteye hazırlanan kardesim bugün sorumluluğu Hamit'te imiş. “O bir yere
yerleşirse çok rahatlayacağım. Sonra da işte bir bisiklet turu hayalim var Hocam.” Diyor.
Ataması yapılmamış 3 senedir ama pek dert etmiyor. Otizm ve benzeri durumlar sebebiyle
öğrenme güçlüğü yaşayan çocuklara özel eğitim/yaşam koçluğu yapmaya başlamışlar
üniversiteyi bitirince Vedat’la beraber. Volkan bir kolejde iş bulmuş sonra. Hamit devam
ediyormuş kısa süre öncesine kadar ama bırakmış. “Çok yoruldum Hocam.” diyor sebebini
sorunca. Bir öğrencisinin ailesi ısrarla arıyor ve geri dönmesini istiyormuş. Ne kadar
istiyorsan verelim diyorlarmış. Vedat bizim yanımızda ısrar ediyor. “Kabul etsene olum, hem
sevap kazanırsın, bize de bakarsın aldığın parayla, bir kat daha sevap.” diyerek gülüyor.
Hamit'in “İstemiyorum, yoruldum.” feryatları arasında cesaret edip ısrar edebilmesi üstelik
konuyla ilgili espri yapabilmesi aralarındaki dostluğa dair fikir veriyor. Vedat futbol öğrettiği
çocuklardan bahsederken de çok keyif alıyor. En büyük hayali bir köye yerleşmek. “Köy
okulundaki çocuklardan kurarım bir takım, çalıştırırım. Çimlerde koşturur dururlar.” diyor.
Sonra Şeyma'ya dönüp, “Sen de kızlara jimnastik öğretirsin, güzel olmaz mı?” diye soruyor.
İçinde yaşamakta olduğumuz zamanı düşünerek bunca dört başı mamur ve yetingen
hayaller kurmalarını bir yandan garipsiyor bir yandan da çok iyi anlıyorum. Nasıl olmuşsa
olmuş ama ezbere kurulan hayatlar yolunda ömürlerini harcamak yerine içlerini neşeyle
dolduran şeyleri bulup onu kurma yolunda cesaretle ilerleyen insanlar olmuşlar. Çok fazla
şeye gereksinim duyan yoksul ruhlar olmamak için belki de.

Bütün bu süre boyunca fark ediyorum ki biri bile, bize istanbul'u, Ankara'yı ve hatta
yolculuğumuzu sormuyor. Onların ilgilendiği, birer insan olarak Beni ve Uğur'un nasıl
insanlar oldukları ve beraber neleri paylaşabilecekleri. Biz onlar için işlerini güçlerini bırakıp
yola çıkmış 2 gezgin değil, et yemediğimiz için şehirlerine ve onlara misafir olmasına rağmen
kebap yemeye götüremedikleri ve buna hayıflandıkları misafirleriyiz. Neyse ki künefe
konusunda sorun çıkarmamaya karar vermiştik de seviniyorlar. Yemek ve sohbet biter
bitmez hemen ayaklanıp "Haydi!" diyorlar, "Sizi künefe yemeye götürüyoruz." Saat gece
yarısına yaklaşırken evden çıkıyor ve yaklaşık 10 dk sonra Kurşunlu Han denen tarihi ve
turistik taş binada önümüze ikram olarak gelen menengiç, keten tohumu ve leblebi karışımı
çerezlere gömülmüş buluyoruz kendimizi. Ardından künefe, menengiç kahvesi, çay derken
sohbet uzuyor ve bizim yorgunluğumuzu fark edip bu sefer de "Haydi!" diyorlar. "Bugün
dinlenin, sizi yarın gezdireceğiz." Bu esnalarda çalışmayan Hamit, Düldül adını verdikleri bir
Murat 131 ayarlamış bizim için. Planı açıklıyor: Yarın sizi Hıdırlı ve Vakıflı köylerine
götüreceğiz! Bir şok dalgası geçiyor üstümüzden. “Gerçekten mi? Ne acayip!” diyoruz
gözlerimizi kocaman açarak. “Çok istemiştik ama en sonunda vazgeçmek zorunda kalmıştık.
E geride de kaldığından bir daha da gidemeyiz diye düşünmüştük.” Hayat ve karşılaşmalar
ne acayip, kesinlikle ve her zaman bir anlamı var!

Ertesi sabah gerçekten de Samandağ yolundayız Murat 131' le. Bir de üzerine Bob Dylan
seslenmeye başlıyor: One more cup of coffee for the road! Ne güzel bir yol şarkısı diye
düşünüyor ve gülümseyerek camdan dışarıyı ve geçtiğimiz yolları seyrediyorum uzun süre.
Ardından başlayan şarkı dikkatimi dağıtıyor. "Neydi? Diyorum önde arabayı kullanan
Hamit'in yanında oturan ve müzikten sorumlu olan Vedat'a. "Hatırlayamadım da" Çingeneler
Zamanı, diyor. "Hani bir sahne vardı ya. Meyhane'de geçen..." Hatırlar hatırlamaz
susuyorum. Şarkının ardından gelen sessizliği fark ediyorum. Sıradaki şarkı seçiliyor belli ki.
Hemen ardından da; Mardin'den Lübnan'a göçmüş bir ailenin kızı, savaşa rağmen ayağını
bastığı yeri terk etmemiş değişik bir insan, bana ve galiba çokça insana göre; dünyanın en
güzel sesli insanı Fairouz başlıyor: Li Beyrut. Min kalbi selamun li Beyrut! Üstelik sözlerin
altında duyduğum melodi, Rodrigo'nun Gitar Konçertosu! Hani Deniz'in darağacına gitmeden
dinlediği… Bunca ayrıntının yanyana gelişinin anlamı üzerine düşünmeye çabalarken bir yol
ayrımına geliyoruz. Yalnız kaldığımız ilk anda bu delice ayrıntılar üzerine düşünüp,
konuşacağımıza eminim. “Şimdilik sadece hepsini aklima kazımalıyım.” diye düşündüğümü
hatırlıyorum. Sol taraftaki tabelada Yayladağı yazıyor. Hemen önünde de bir tank ve silahlı
askerler. Belli ki yolun sonu Suriye'ye çıkıyor. O yola girsek ve Keseb'e gitmek istesek
mesela, hani şu Ermenilerin oradan kaçıp Vakıflı'ya geldiği... diye sayıklıyorum içimden.
„Yarım saat.“ diyor Hamit. Sesli düşünüyormuşum meğer. Şaşırıyorum. Sınırötesi ne yakın.
Dünya ne küçük. İnsanlarsa alabildiğine aynı sanki birbirlerini anlamaz kılan dillerine
rağmen. Biz tabii sağa dönüp yola devam ediyoruz. Yol boyunca yanıbaşımızda akıp giden
Asi Nehri ve camları kapatmamıza sebep olacak kadar ağır bir koku. Sonradan öğreniyoruz,
balıklar ölmüş topluca, tarım ilaçlarının suya karışmasından... Kafamızın içinde akıp giden
görüntüler ve onlarca soruyla Vakıflı Köyü'ne geliyoruz kısa süre sonra. Bu kısmı hatırlamak
için hikayenin başına dönebilirsiniz. Köyden ayrıldıktan sonraysa yeniden Düldül'e doluşup
yola çıkıyoruz.

Bizim için bir akşam planı da yapmış olan gençlerle beraber Samandağ Merkez’e geçiyoruz
bu sefer de. Bir yere misafiriz anladığımız kadarıyla ama "Gidince görürsünüz." diyor Hamit
gülümseyerek. "Peki." diyoruz. Arabayı bir cadde üzerine park edip dükkanların bulunduğu
bir pasaja girip merdivenlerden üst katlara çıkıyoruz. Bir dairenin zilini çalıyoruz. Simsiyah
saçlı, kocaman gülüşlü, Arap aksanlı bir kadın açıyor kapıyı. Hepimizi tek tek kucaklıyor. Bizi
tanıtıyorlar. Ardından çay kahve ve yine sohbetle geçen bir sürenin ardından bir adam giriyor
içeri. Asıl tanışmamızı istedikleri kişi... Hiç soru sormadan bir hikaye anlatmaya girişen Ali
Amca hem çok sempatik hem de konuşkan. Emekli öğretmenmiş. Belki de tüm emekli
öğretmenler çok konuşuyordur. Hep öyle gelmiştir bana zaten. Araya yemek giriyor. Et
yemediğimiz bilgisi gitmiş bizden önce. Ona göre hazırlık yapmışlar! Et yiyor olsaydık
mutlaka şırdan yapıp ikram edecekleri bilgisini de veriyorlar. “Çok şükür!” diyoruz!
Gülüyorlar. Görece sessiz geçen bir yemek faslının ardından Ali Amca tekrar başlıyor
anlatmaya. Bu sefer içerik değişiyor. Kendisinin bir koleksiyoner oldugu ortaya çıkıyor!
Müzeden yetkililer yılda bir iki defa evini ziyaret ediyormuş üstelik. Bir nevi tarihi eser
koruyucusu. O vakte kadar fark etmediğimiz şeyleri görüyoruz artık sohbet ettiğimiz masanın
etrafında. Evin çeşitli yerlerine serpiştirilmiş gibi duran irili ufaklı heykeller, sütun başları, cam
dolaplara konulup kilitlenmiş yüzlerce küçük obje... Salonun kapısının bir kenarına
yerleştirilmiş kolsuz bir kadın heykeli var. Üzerine bir şal atılmış. Kısa süre ortadan kaybolan
Ali Amca, elinde bir dolu şeyle çıkıp geliyor. Tek tek muhafazalarından çıkararak, nerede
bulunduğunu, hangi dönemlerden kaldığını ya da kaçakçılık yapmaya çalışan insanlardan
satın alarak müzeye kaydettirdiğini anlattığı tarihi eserler bunlar. Çeşitli dönem paraları, mini
figürinler, mühürler, işlenmiş değerli/yarı değerli taşlar ve daha neler neler. Bizimle eğleniyor
musunuz siz? Demek geliyor içimden ama diyemiyorum. Yine de kendilerini eğlendirmek için
çevirdikleri bir dolapmış gibi her şey. Bizim çarpık suratlarımıza karşın Vedat ve Hamit
eğleniyor görünüyor. Anlaşılan o ki; bu eve defalarca kez gelmişler ve bu hikayeleri de
defalarca dinlemişler. Sonunda inanmaktan başka çaremiz kalmıyor. Ali Amca'ya aklımıza
gelebilen türlü soruyu sorup bitmeyen yanıtlarını dinliyoruz saatler boyu.

Antakya tarihi eser kaçakçılığındaki bir kapı gibiymiş aslında. Anadolu'da ne bulunursa,
sınırdan çıkarılarak satılmak üzere bu tarafa doğru akarmış. Suriye'deki savaş sebebiyle de,
bu geçiş kapanmış son yıllarda. Buralarda uzun süre dolaşan buluntular eninde sonunda Ali
Amca'ya ulaşıyor o da elinde avucunda ne varsa verip, bulabildiği tüm değerlileri alıp
müzeye kaydettiriyormuş. Bazı parçaları teslim alıp müzeye koysalar da her şeyi
alamadıklarını ve Ali Amca'nın evinde muhafaza etmek üzere bir görev verdiklerini
öğreniyoruz ona. İşin garibi; örneğin müze binasının taşınması esnasında bazı eserler, nasıl
oluyorsa ortadan kayboluyormuş. Ali Amca, devletin bu işi yapan kısımlarının da yozlaştığını
ve aslında kendisinin onları denetlediğini de ekliyor sözlerine. Bir ara tuvalete gidip
geliyorum ve konunun nasıl olduysa siyasete geldiğini fark ediyorum. Vedat, Ali Amca'ya
ısrarla soruyor: 68 ve 78'i yaşamış biri olarak, Gezi'yi yaşamış bizim gibi gençlere ne
öneriyorsun? Merak ediyorum. Ali Amca, birkaç analizden sonra önerisini açıklıyor Vedat'ın
gözlerinin içine bakarak: Biz kendi yolumuzu çizmiştik. Siz de yaşayıp öğrendiklerinizle
kendinize bir yol açacaksınız. Benim söyleyebileceklerimin senin için bir değeri olmamalı!
Diyor hem ciddi hem şefkatli hem de genç olmanın sonsuz görünen iradesine saygı
duyduğunu belli eden bir ses tonuyla. Meraklı sorular ve ateşli tartışmalarla dolu bir gece
sobada yanan odunlar misali usulca köze dönüşüyor. Herkes yavaşça ayaklanıyor.

Evden ayrılmak üzere kapı önü sohbetine geçilmişken, gözümüzdeki yeri, masallardaki
hazine koruyucusu süper kahramana dönüşmüş olan Ali Amca bir kutu getiriyor içeriden.
Açıyor. "Buradan bir şey seçin."diyor. Anlamıyoruz önce. Bakakalıyoruz. "O zaman ben size
seçeyim." diyor. 1143 yılı, 3. Ahmet, Konstantinopol gibi kelimeleri seçebiliyorum;
anlattıklarına mı, elimize tutuşturduğu gümüşi rengi paralara mı odaklanmalıyım diye
tereddütler içindeyken. "Kolye yaparsınız, benden size hatıra olsun." diyor. Bana dönerek;
"Yolculuğunuzu bitirin gelin, Leninli Sovyet parası da senindir." diye ekliyor ardından.
Gülümsemeye çalışıyorum ama becerebildiğmden emin değilim. Yanıbaşında 7 yıldır
anlamsız bir savaşla ve o da yetmezmiş gibi bin türlü dertle ve çaresizlikler içinde boğuşan
bir ülke burası. Yine de aramakla bulunmayacak denli tertemiz bir iradeyle ve dirençle
yaşamını sürdürmeye çalışan bu insanlarla karşılaşıyoruz. Kendi başıma kalıp günlerce
üzerine düşünmek için neler vermezdim diyorum içimden.

Eve giderken geçen, yaklaşık 1 saatlik yolculuğu sessizlik içinde, görüp duyduklarımıza
gömülmüş olarak geçiriyoruz. Önde Hamit ve Vedat. Arkada ben, Uğur ve Şeyda... Kendi
içimden çıkıp farkettiklerimse yine bazı şarkılar esnasında oluyor. Fairuz bu sefer; “Asfur talli
mni şibbek we elli ya lulu.” diye sesleniyor. Bu şarkıyı biliyorum diyorum içimden ve sessizce,
mırıldanarak eşlik ediyorum.

„Bir kuş baktı pencereden


Lulu! diye seslendi
Beni yanında sakla, sakla beni
Ne olursun Lulu!
Sen neredensin? Diye sordum ona
Göğün sınırından. Dedi
Nereden geliyorsun? Dedim
Komşunun evinden. Dedi
Kimden korkuyorsun? Dedim
Karga kafesinden. Dedi
Tüylerin nerede? Dedim
Zaman uçurdu. Dedi

Bir damla gözyaşı süzüldü yanağından


Kanatları büküldü
Yere sağlam basıp, kendi yolumda yürüyeceğim. Diyordu
Onun yaralı hali gibi
Kalbimin yaraları da bana acı veriyordu

Zindanın demirlerini kıramadan


Kesildi sesi, kırıldı kanatları.“

Bir de yıllar önce okuyup şimdilerde sıkça aklıma düşen kitaptan dökülenler çıkıp geliyor
gecenin sessizliğinde bir çığlık gibi: “Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet'in
damadı! Benden Selam söyle Anadolu'ya… Toprağını kanla suladık diye bize
garezlenmesin... Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”

Şimdilerde ise bir vadinin yükseklerine çıkıp uzak ufuklarına göz diktiğimizde, bütün
ayrıntılarıyla seçilebilen bir küçücük köyünü görebildiğimiz memleketimize hem uzak hem
yakınız. Baktığımız yerin “sınır” olduğunu söyleseler de tek görebildiğimiz alabildigine
uzanan ormanlar ve bizden habersiz akıp giden bir su. Yol boyu görerek, duyarak ve bizzat
yaşayarak hissettiğimiz altüst oluşlar ve geçirdiğimiz geri dönülmez değişim o çok sevdiğimiz
roman kahramanının mezar taşında yazan 2 satırı hatırlatıyor incelikle: "Bütün olmak, parça
olmaktır. Gerçek yolculuk geri dönüştür.”

Potrebbero piacerti anche