Sei sulla pagina 1di 22

Mustafa Kemal ve Muhalifleri

Mustafa Kemal ve muhalifleri (1)

AYŞE HÜR

Mustafa Kemal'i Milli Mücadele liderliğine taşıyan tarihsel koşulları bir yana bırakırsak,
yüksek zekâsının ve hırslı kişiliğinin bu yükselişte önemli payı olduğu açıktır. Milli
Mücadele'nin asker üyelerinden Fahrettin Altay'ın aktardığı bir hikâyeye bakılırsa, İttihat ve
Terakki Cemiyeti'nin (İTC) güçlü adamı Enver, Çanakkale Savaşları sırasında, "Siz Mustafa
Kemal'i benim gibi tanımazsınız. Vakıa çok değerli, fakat o nisbette de haristir. Emin olun,
şimdi liva yaparız. Kolordu kumandanlığı ister. Onu yaparız, ordu kumandanlığı ister. Ordu
kumandanı yaparız, başkumandanlık ister. Ona da peki desek, yine kâfi görmez. Daha
büyüğünü ister. Çünkü hırsına hudut yoktur. Bu sebeple, onu azar azar vererek gayet
maharetle idare etmek, hoş tutmak lazımdır" demiştir.

Bu konuşma Mustafa Kemal'e aktarıldığında "Ben Enver'in bu kadar zeki ve ileri görüşlü
olduğunu bilmezdim" diyerek, hakkındaki yargıları adeta onayladığı bilinir. Mustafa Kemal,
yakın arkadaşı Yunus Nadi ile yaptığı bir sohbette, Mütareke döneminde Ahmet İzzet
Paşa'nın oluşturacağı hükümette kendisine Harbiye Nazırlığı'nın verilmesi için çektiği
telgraftan bahsederken "Kendisi bunu mansıp (rütbe, mevki) hırsı ile yorumlamış. Halbuki
ben adamlarımızı biliyordum. Orada memlekette yapılacak hizmeti, en büyük salahiyetle
ancak ben yapabilirdim. Eğer ben o kabinede bulunsaydım, işi daha İstanbul'un
eşiğindeyken hallederdim..." diyerek, kendine olan aşırı güvenini anlatmıştır. Bu güven
öylesine büyüktür ki, ileriki yıllarda, kendisine muhalefet eden herkesi teker teker saf dışı
etmesinde hiçbir yanlışlık görmeyecektir.
'Emirlerin yerine getirilmesi'

Kendisine "İzmir'i aldıktan sonra artık biraz dinlenirsiniz Paşam. Çok yoruldunuz" diyen
Halide Edip'e "Dinlenmek mi? Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz, birbirimizi
yiyeceğiz" diyen Mustafa Kemal'in öngörüsü doğru çıkmıştır.

Ancak, dava arkadaşlarının en büyük mücadelesi, onun liderliğini önlemek değil, diktatörlük
eğilimlerini frenlemek yolunda oldu. "Onbaşı" diye hitap ettiği Halide Edip'e "Ben hiçbir
eleştiri, hiçbir fikir istemiyorum. Yalnız emirlerimin yerine getirilmesi[ni istiyorum]" demesi
ile Nutuk'ta, "Tarih, itiraz kabul etmez bir şekilde ispat etmiştir ki, büyük meselelerde
muvaffakiyet için kabiliyet ve kudreti sarsılmaz bir Reis'in vücudu lazımdır" demesi
eylemlerinin ardındaki mantığı açıklar.

Fevzi Paşa sevgisi

Yine de 1919'da Samsun'a doğru yola çıkmasıyla, 1926'da İzmir Suikastı Davası arasında
kalan yedi yıl içinde Milli Mücadele'ye birlikte başladığı arkadaşlarından ikisi dışında hepsini
tasfiye etmesini anlamak pek kolay değildir. Bu iki kişiden biri olan Mareşal Fevzi Çakmak'a
duyduğu sevgi hakikaten özeldir. Bazı araştırmacılar bunu Fevzi Paşa'nın siyasi hiçbir hırsı
olmamasına bağlar. Paşa'nın isminin Osmanlıca'da 'kuzu' kelimesiyle benzer şekilde
yazılmasından kalkarak yapılan 'Kuzu Paşa' esprisi bunu doğrular niteliktedir.

İkinci 'en çok sevdiği kişi' ise İsmet İnönü'dür. Falih Rıfkı'ya göre, Milli Mücadele'nin başında
Anadolu'ya birlikte gitmeyi öneren Mustafa Kemal'e, 'yeni evlendim, beni biraz rahat bırak'
diyen; 1920 yılı başında kısa süreliğine Anadolu'ya geçip hemen İstanbul'a dönen, en
sonunda İngilizlerin çerçevesini çizdiği 'ya Malta, ya Anadolu' ikilemi yüzünden adeta
harekete katılmak zorunda kalan İsmet İnönü'ye 6 Ağustos 1933'te çektiği bir telgrafta,
"İsmet sen büyük adamsın. Hassas olduğun kadar his veren adamsın. Sen benim sözlerimi
okurken gözlerin yaşarmış; ya ben seni okurken hıçkırıklarla ağladığımı söylersem, inanır
mısın? Bu duygularımı sonradan değil, kimsenin yanında değil, yatak odama çekildikten
sonra mahremimde yazıyorum. Sen beni muhakkak çok seviyorsun. Ya ben seni!" demesi,
bu sevginin şaşırtıcı boyutlarını gösterir.

Ama, Mustafa Kemal'in sevgisini kazanmayı başaramayan, ya da muhafaza edemeyen diğer


kişilerin örneğin Cavit Bey, Küçük Talat, Dr. Nazım Bey ve Kara Kemal gibi İttihatçı
yoldaşlarının; Milli Mücadele'ye birlikte başladığı Çerkes Ethem, Kazım Karabekir, Rauf
Orbay, Refet Bele, Ali Fuad Cebesoy, Cafer Tayyar Eğilmez, Kazım Özalp, Ali İhsan Sabis
Paşa, Rüştü Paşa, Mersinli Cemal Paşa gibi silah arkadaşlarının; Adnan Adıvar ve Halide Edip
Adıvar gibi entelektüel dostlarının, Rıza Nur, Ali Şükrü Bey, Hüseyin Avni (Ulaş) Bey gibi
siyasi şahsiyetlerin akıbeti hiç de iyi olmamıştır. Kimi görevden alınmış, kimi sürülmüş, kimi
İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanmış, kiminin siyasi hayatı ebediyen sona ermiş, kimi
öldürülmüştür.

Bu yazı dizisinde, Mustafa Kemal'le muhalifleri arasında, kimi kişisel, kimi siyasal, kimi
ideolojik nedenlere dayanan çatışmaların perde arkasına göz atmaya çalışacağız. Böyle
mütevazı bir çalışmada, bugüne kadar genel kabul görmüş 'doğruları' tersyüz etmek gibi
iddialı bir hedefin gerçekleşmeyeceğini biliyoruz. Sadece yeni sorular üretmeyi umuyoruz.
Bu soruların yeni cevaplara neden olması ise, araştırmacıların olduğu kadar okuyucuların da
çabasını gerektiriyor.

Büyük hayaller mi, gerçekçi hedefler mi?

Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra, 2/3 Kasım 1918 gecesi bir Alman gemisi ile
İstanbul'u terk eden İttihat ve Terakki liderlerinden Talat, Kara Vasıf Bey ve Kara Kemal'e,
'Karakol' adlı bir örgüt kurmalarını ve Anadolu'da mücadeleye devam etmelerini önermişti.
Enver ise Teşkilat-ı Mahsusa'nın isminin, 'Umum Alemi İslam İhtilal Teşkilatı' olarak
değiştirilerek eski faaliyetlerine devam etmesini istedi. Mustafa Kemal'in Anadolu'ya Karakol
tarafından gönderildiğini, ancak daha Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) sırasında Karakol'un
faaliyetlerine karşı çıktığını biliyoruz. Karakol'un liderlerinden bir bölümünün, 16 Mart
1920'de işgal edilmesi sırasında tutuklanmasıyla örgüt iyice zayıflayacak ve Mustafa Kemal
İTC vesayetinden biraz daha kurtulacaktı.

Ülkeyi terk ederken bile ayrı örgütler kurmayı düşünen İTC liderlerinin ilişkileri, sürgün
yıllarında da iyi olmadı. Bazen aynı şehirde oturdukları halde aylarca görüşemeyen liderler,
daha çok mektupla temas kurdular. Birçoğu Hüseyin Cahit (Yalçın), Cemal Kutay ve Şevket
Süreyya Aydemir tarafından yayımlanan bu mektuplarda sürgünde yaşamanın zorlukları
hissedilirken, kullanılan dilin duygusallık, kırgınlık, umut, öfke gibi değişik duygular arasında
gidip gelmesi, parasal ve ailevi meselelerin sıkça siyasi meselelerin önüne geçmesi gibi
hususlar dikkati çeker.

Stratejik farklılıklar

İkili, Mustafa Kemal'le yazışma işini Talat'a bırakmıştır. Cavit Bey, anılarında, Talat'ın 'Sarı
Paşa' dediği Mustafa Kemal'e, hareketin başı edasıyla yolladığı mektuplara, o sırada
yeterince güçlü olmadığı için, uzun cevaplar vermek zorunda kalan Mustafa Kemal'in, "Biz
çabalıyoruz, Berlin'deki[ler] bizim yaptıklarımızı kendilerine mal ediyorlar" diye şikâyet
ettiğini yazar. Talat, önce Anadolu hareketini desteklemeyi, Anadolu'da başarı kazanıldıktan
sonra bir siyasi parti kurarak iktidarı kontrol etmeyi planlarken, Enver, Anadolu hareketinin
derhal başına geçmeyi ve ardından Asya içlerine yayılacak bir imparatorluk kurmayı hayal
ediyordu. Ancak mektuplara bakılırsa, Talat'ın önerdiği strateji de Pan-İslamist ve Pan-
Türkist boyutlar taşıyordu.

Hem İngilizleri hem de Rusya'yı karşısına alacağı belli olan bu stratejide, Talat, İngilizlere
karşı Rusya'nın desteğinden medet umuyordu, ancak Rusya'nın desteğini nasıl sağlayacağı
konusunda gerçekçi bir açıklaması yoktu. Talat'ın ikinci planı Araplar ve Türkler
bağımsızlıklarını elde ettikten sonra Avusturya-Macaristan örneğine benzeyen 'federatif
İslam devleti' kurmaktı. 1. Dünya Savaşı'na girerken kendine Mısır krallığını seçen Cemal,
Afganistan ve Hindistan'da İngilizler'e karşı bir İslam ihtilali yapmak için Rusların desteğini
sağlamaya çalışırken, Enver, İngilizlerin icazetiyle, geleceğin Gazneli Mahmut'u veya Cengiz
Han'ı olmak için Türkistan'a doğru yürüyordu.

Rusya'yla ilişki

Mustafa Kemal ise daha sınırlı bir hedefe, Anadolu'da kurulacak bir Türk ulus devletine
odaklanmıştı. Gerçi Mustafa Kemal de Rusya'nın silah ve para desteğine güveniyordu. Hatta,
Kazım Karabekir'in iddia ettiği gibi bu uğurda, 'Bolşevik prensipleri' kabul etmeyi bile
düşünmüştü. Ancak askeri başarılar geldikçe, bu planı uygulamasına gerek kalmadı.

Nitekim, Ocak 1921'de, önce ülkedeki sol muhalefeti tasfiye etti, ardından Moskova'ya,
"Anadolu Büyük Millet Meclisi Hükümeti namına hiçbir suretle mezun olmadıklarının Enver,
Talat ve Cemal paşalara tebliği" konulu bir mektup yolladı. Mustafa Kemal, Talat-Enver ikilisi
ile arasındaki farkı, TBMM'de 1 Aralık 1921'de yaptığı konuşmada şöyle koydu: "Büyük
hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar görünen sahtekâr insanlar değiliz.
Efendiler, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün
dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik. Biz
Panislâmizm yapmadık. Belki 'yapıyoruz, yapacağız' dedik. Düşmanlar da 'yaptırmamak için
bir an evvel öldürelim' dediler. Panturanizm yapmadık. 'Yaparız, yapıyoruz' dedik ve yine
'öldürelim' dediler. (.) Bütün dava bundan ibarettir. (.) Haddimizi bilelim!"

Berlin ve Türkistan

'Haddini bilen' Mustafa Kemal ülkede olmanın avantajıyla ipleri yavaş yavaş elinde
toplarken, sürgünde onun bunun himmetiyle hareket etmeye çalışan Talat, 15 Mart 1921'de
Berlin'de bir Ermeni tarafından; Cemal, 21 Temmuz 1922'de Tiflis'te Rus veya İngiliz
istihbaratı için çalışan Ermeni veya Gürcü eylemciler tarafından; Enver ise 4 Ağustos
1922'de Türkistan'da Kızıl Ordu tarafından öldürüldüler. Mustafa Kemal, dikkatini içerideki
muhaliflerine vermeye başladı. Sonuçta Mustafa Kemal'in 'gerçekçi' politikaları uygulandı.
Bazı tarihçiler Rusya'nın Enver'i Mustafa Kemal'i kontrol etmek için kullandığını söylerken,
bazı tarihçiler ise, Mustafa Kemal'in hiç de imkânsız olmadığı halde Musul'u bile bırakmasıyla
sonuçlanan gerçekçiliğinin, İttihatçı önderlere duyduğu kişisel antipatiyle çizilmiş dar
görüşlülük sınırında gezindiğini söylerler. Onlara öre, Enver'in ütopik planlarının aslında
İngilizleri ve Rusları, Mustafa Kemal'in 'gerçekçi' planına razı etmekte önemli bir rol
oynamıştır. Kazım Karabekir de, farklı yollardan, benzer iddialarda bulunur.

Mustafa Kemal-Enver çekişmesi

Mustafa Kemal'in bildiğimiz ilk muhalifi Enver'dir. Hırslı kişiliğine rağmen II. Meşrutiyet'in
önderliğini Enver'e kaptıran Mustafa Kemal, 31 Mart Olayı'ndan sonra askerlerin siyasete
karışmaması yolundaki tavsiyesi ile Enver'i kızdırınca, kendisine Trablusgarp yolu
görünmüştü.

Balkan savaşları
Balkan Savaşları sırasında düşman, Edirne önlerinde boy gösterince, Mustafa Kemal
İstanbul'a döndü ama Edirne'nin düşmana bırakılmasını önlemek için Mustafa Kemal'in
itirazına rağmen Babıali Baskını'nı yapan ve bir süre sonra Edirne'nin geri alınmasıyla
stratejisinin doğru olduğu anlaşılan Enver'in yıldızı tekrar parlayıp Harbiye Nazırı olduğunda,
ilk işi, Edirne'ye ilk giren birliklerin başında bulunduğu için kıskandığı Mustafa Kemal'i pasif
Sofya Askeri Ataşeliği'ne göndermek oldu.

Bir süre sonra Genelkurmay Başkanlığı'na talip olan Mustafa Kemal'e itiraz yine Enver'den
geldi. Mustafa Kemal'in şansı ancak Sarıkamış faciasından sonra döndü, fakat Enver,
Çanakkale ziyaretinde, Anafartalar'daki başarısından sonra bile Mustafa Kemal'in grubuna
uğramadı.

Bu çekişmeye bir de, Mustafa Kemal'in Enver Paşa gibi padişah damadı olmak için
Vahidettin'in kızı Sabiha Sultan'a talip olması, ancak reddedilmesinin yarattığı burukluğu
eklersek, ikili arasındaki çekişmenin hiç de sıradan olmadığını tahmin edebiliriz.

Mustafa Kemal ve muhalifleri (2)

Tarihimizin her açıdan karanlıkta kalmış bir döneminin belki de en karanlık figürlerinden
biridir 'Çerkes' Ethem Bey. Mustafa Kemal'e, Yunus Nadi'ye ve Nâzım Hikmet'e göre 'vatan
haini'dir. Cemal Kutay'a göre 'büyük Turancı', 'milli kahraman'; Doğan Avcıoğlu'na göre
'başıbozuk', 'çeteci'; Bolşeviklere göre "Kemalistlerin solun içine yerleştirdiği provokatör";
İngilizlere göre 'Alman ajanı', Almanlara göre 'Antant ajanı'dır. Kendisi ise "Belki çok
hatalarım oldu; fakat asla vatan haini olmadım" demişti. Üstelik bu tanımlardan hangisinin
doğru olduğuna bugün de karar verilemedi. Peki, Milli Mücadele'ye katıldığı 1919 yılından
Yunanlılara sığındığı 1921 yılına kadarki dönemde ne olmuştu ki, Ethem Bey böylesine
tartışmalı bir figür haline geldi?

Kafkasya'dan göç eden Çerkes boylarından Adigelerin, Şapsığ Oymağı'nın Dipşov Ailesi'nden
gelen Ethem Bey, 1886'da bugün Balıkesir'e bağlı olan Emreköy'de doğdu. Ziraat ve
değirmencilikle geçinen ailenin beş oğlunun en küçüğüydü. İki ağabeyi Rum çetecilerle
savaşırken ölmüş, Reşit ve Tevfik beylerse Askeri Okul'dan mezun olmuştu. 19 yaşında
evden kaçıp İstanbul'a gelen Ethem, Bakırköy Süvari Küçük Zabit Mektebi'nden mezun
olduktan sonra Bulgar cephesinde savaştı. 1. Dünya Savaşı sırasında, daha önce babasının
da üye olduğu İTF'ye ve Teşkilat-ı Mahsusa'ya katıldı. Kardeşi Reşit'le kendisini Milli
Mücadele'ye davet eden kişinin yine Çerkes asıllı Rauf (Orbay) Bey'e bağlı görev yapan Bekir
Sami Bey olduğu sanılır.

'Düzenli' güç yokluğu

Ethem Bey, hapishanelerden salıverdiği suçluların ağırlığını oluşturduğu 3-4 bin kişilik
birliğiyle Salihli Cephesi'ni kurduğunda, ortada Ege'yi işgal eden Yunan kuvvetleriyle
savaşacak düzenli ordu diye bir şey yoktu. Dahası yıllardır süren savaşların verdiği büyük
bıkkınlık yüzünden sayıları 300 bine ulaşan asker kaçakları ciddi bir sorun haline gelmişti.
Nitekim Meclis tarafından, 'Kuvva-i Seyyare ve Kuvva-yı Tedibiye Umum Kumandanı' ilan
edilen Ethem Bey'in birlikleri Bolu, Adapazarı, Düzce ve Anzavur Ahmet ayaklanmalarını
bastırdıktan sonra Mustafa Kemal, 2 Mayıs 1920'de Ali Fuad Paşa aracılığı ile çektiği
telgrafta, "Başarıları ve hizmetleri kurtuluş tarihimizde en parlak satırları işgal edecektir"
diyerek ondan övgüyle bahsetti, Meclis'teki bazı mebuslar kendisine 'Ümid-i Halas' (Kurtuluş
Ümidi), 'Münci-i Millet' (Milletin Kurtarıcısı), 'Kahraman-ı Millet' diye övgüler düzdü.

Ankara hesabına yazılacak tek bir başarının olmadığı o karanlık günlerde, Ethem Bey
Yozgat'ta patlak veren Çapanoğlu İsyanı'nı bastırması için davet yapıldığında Meclis'e hitap
ederek, "...Orta Anadolu'da ve bir köşede hiçbir ecnebi ve İstanbul Hükümeti ile irtibatı
kalmayan Yozgat İsyanı'nı söndürmekten acizsiniz. Anladığım şudur ki, bidayetten beri hâlâ
vaziyeti kavrayamadınız ve yahut da şahsi ve daha ehemmiyetsiz şeylerle meşgul
oluyorsunuz. Ve belki de (.) tamimler, tebliğler, konferanslarla her şey olup bitiverecek
sandınız ve aldandınız, af buyurunuz. Bu serzenişten muradım, bu gafletler tekerrür etmesin
temenniyatına mebnidir. Ben bu kalan isyan meselesini emriniz üzerine uhdeme alıyorum.
Ve sizleri bu gaileden kurdaracağımı ümit ediyorum" diye böbürlenmekten kendini alamadı.

Mustafa Kemal'in kutlaması

Meclis'in 'Ethemci' olduğunu bilen Mustafa Kemal bu sözleri sineye çekmiş, hatta Ethem Bey
isyanı bastırıp Ankara'yı büyük bir beladan kurtardıktan sonra, kendisine, "Bütün kalbimle
zatıalilerinizi ve kahraman savaş arkadaşlarınızı kutlarım" şeklinde bir telgraf yollamıştı, ama
artık Milli Mücadele'nin liderliğini Ethem Bey'e kaptırdığının farkındaydı. Bu yüzden, Ethem
Bey, isyanda kusurlu gördüğü Ankara Valisi Yahya Bey ve Refet (Bele) Bey'in,
cezalandırılmak üzere Yozgat'a gönderilmesini istediğinde, bu talebe 'hayır' dedi. Bu tavra
sinirlenip, "Ankara'ya dönüşümde Büyük Millet Meclisi Başkanı'nı Meclis önünde asacağım"
dediği rivayet olunan Ethem Bey'in, Yozgat dönüşü, Sovyet Rusya'nın gözüne girmek için
Mustafa Kemal tarafından eski İttihatçılara kurdurulan 'İslamcı-bolşevik' Yeşil Ordu Cemiyeti
ile temasa geçmesi ise alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Mustafa Kemal ilk iş olarak
Yeşil Ordu Cemiyeti'nin kapatılmasını emretti.

Nasihat heyeti

Sıra askeri başarıların sorgulanmasına gelmişti. 24 Ekim 1920'de, Batı Cephesi Komutanı Ali
Fuad (Cebesoy) Paşa'nın emrindeki iki piyade tümeni ve Ethem Bey'in Kuva-yı Seyyâresi,
Ankara'nın itirazlarına rağmen, Gediz'de konuşlanmış olan Yunan tümenine bir baskın yaptı.
Baskın, Ethem Bey'e göre 'başarılı', Ankara'ya göre 'başarısız' idi. Daha sonradan, o sırada
Ertuğrul Grubu Kumandanı olan Kazım (Özalp) Bey, her iki tarafın da aynı zamanda geri
çekildiğini, yani ortada ne yenilgi ne de yengi olduğunu söyledi. Ne var ki Ankara'nın
yorumu belirleyici olduğundan Ali Fuad Paşa, Moskova'ya elçi olarak gönderildi, yerine
Ethem Bey'in hiç sevmediği Albay İsmet Bey getirildi. Sonunun yaklaştığını hisseden Ethem
Bey, önce İsmet Paşa'nın karargahına silahlı baskın düzenledi. Ardından, Mustafa Kemal'in
İstanbul'dan gelen Yusuf İzzet Paşa'yla buluşma bahanesiyle kendisini Bilecik'te öldürtmeye
teşebbüs ettiğini ileri sürerek Kütahya'ya geçti.

Bundan sonrası çok açık değildir. Ethem Bey, 9 Aralık 1920'de, Mustafa Kemal'e, "Paşam,
hayatınız ve mevkiiniz bendenizce son dereceye kadar mukaddesattan sayılır.(.) İnsan
hatasız olmak, ikaz etsinler. Ben, memleketin selameti için amir kabul ettiğimin değil, en
aciz mensupların bile mütalaasına müracaat ediyorum" demiş, fakat kendisiyle görüşmek
üzere Meclis tarafından gönderilen Nasihat Heyeti'nin iyimser raporlarına rağmen, Mustafa
Kemal, 27 Aralık 1920'de, meselenin 'kuvvet yoluyla hallolması' için Batı ve Güney Cephesi
komutanlarına birer telgraf çekmiştir.

Meclis zabıtlarına bakılırsa, Ethem Bey, bu telgraftan iki gün sonra, yani 29 Aralık'ta Meclis'e
ağır bir telgraf çekti.

'Hain' ilanı

Mustafa Kemal Meclis'te öfkeyle telgrafı okuduktan sonra milletvekilleri arasında ateşli bir
tartışma başladı ve iki gün sonra iki oy farkla Ethem Bey 'hain' ilan edildi. Burada ilginç olan
nokta, Meclis zabıtlarında sadece 'telgraf okundu' ibaresinin olması, buna karşın metnin
olmamasıdır. Bu konu önemlidir çünkü, Ethem'in hangi ifadelerinin 'vatan haini' ilan
edilmesine neden olduğu bilinmemektedir. Zabıtta yer almayan bu metin, ilk kez 1955
yılında Yunus Nadi tarafından bastırılan "Çerkes Ethem Kuvvetlerinin İhaneti" adlı broşürde
boy gösterir. Buna göre telgraftaki en ağır itham "Ankara'da toplanan Meclis'in ne şekilde
toplandığını tabii hepimiz biliyoruz. İlk icraatı da bu fakir milletin sırtından kendilerine
senede üçyüz bin küsur lira tahsisat yapmaları olmuştur ki, senede içlerinde yüz lirayı bir
arada gören pek azdır. Şimdi bol bol dalkavuklukla meşguldürler" ifadesidir.

Bu tarihten sonra taraflar arasında başka telgraflar gidip gelir. Bunlardan 2 Ocak 1921
tarihinde İsmet Paşa'ya yazılan ve "Baki ilk selam" diye biten telgrafta Ethem Bey, "köprüyü
geçinceye kadar öyle olsun diyorsunuz ama bilmiyorsunuz ki köprünün binde birine
ulaşmamışsınızdır. Ah içleri fesat dolu yurtseverler, zavallı Millet Meclisi, sizin askeri sahte
ünlerinizi anlamış değil.(.) Tarih bana az, size çok lanet edecektir" demektedir.

Yunanlılara gitmeden önceki tereddüt

İsmet Bey'in "son selam" diye biten olumsuz mektubu üzerine, adeta isyan etmek zorunda
kalan Ethem Bey, 3 Ocak'ta Yunanlılarla temasa geçer. Ethem Bey'in emrinde o sırada
emrinde 2000 kadar milis vardır. Kendisini teslim almak için gönderilen 11. Tümen'in iki
alayı ile 61. Tümen'in toplam mevcudu ise yaklaşık 13 bin kişidir.

Bu güç dengesizliğine rağmen, daha önce gözü kara davranışları ile tanınan Ethem Bey'in
savaşmayı göze alamamasını yorgun ve hasta olmasına bağlamak mümkün. Adamlarına
düzenli orduya teslim olmak; dağa çıkmak ve Yunanlılara sığınmak şeklinde üç seçenek
sunan Ethem Bey'in kardeşleri Yunanlılara sığındıktan sonra, kararından vazgeçerek, 300
kişilik birliği ile süre Manyas, Sındırgı, Susurluk civarında dolaşması, durumu içine
sindiremediğini gösterir. Ancak, İsmet Bey'e soyadını kazandıran I. İnönü Muharebesi'nin
kazanılmasından sonra Ankara'nın elinin güçlendiğini görünce, 27 Ocak'ta, 64 adamı ile
Yunanlılara teslim olmak zorunda kalır.

Hikâyenin anlamı

Bu hikâye ne anlama gelmektedir? Düşmana teslim olmak gibi aşağılayıcı bir eylemde
bulunduğu için kendisini 'hain' olarak görenlerle, adeta isyana zorlandığını düşünerek
'çaresiz bir kahraman' muamelesi yapanları anlamak mümkündür. Ancak bu tür öznel
değerlendirmeleri bir yana bırakırsak, hem Ethem Bey ve benzeri çetecilerin Milli
Mücadele'nin mali gücünü sağlayan servet sahibi yerel eşraf ve tüccarlardan zorla haraç
alması gibi eylemlerin, henüz yeni palazlanan 'milli burjuvaziyi' korkutmuş olduğunu, hem
de 21 Şubat-12 Mart 1921'de Londra'da toplanan konferans masasında yer almak isteyen
Ankara'nın, Batılı güçlerin güvenini sağlamak için, Milli Mücadele'nin 'Bolşevik olduğu'
yolundaki kuşkuları gidermek ihtiyacında olduğunu düşünebiliriz. Nitekim, Ethem Bey'in
tasfiyesi ile birlikte Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası ve Mustafa Kemal tarafından kurdurulan
'resmi' Komünist Partisi gibi sol oluşumlar kendini feshederken, bu talimatı dinlemeyen Yeşil
Ordu Cemiyeti mensupları İstiklal Mahkemesi tarafından çeşitli cezalara çarptırıldı. Sonuç
olarak, düzenli ordunun desteği ile merkezi elinde tutan kesimler, çetecilikle merkezi ele
geçirmeye çalışan ve bir bölümü düpedüz 'İttihatçı', bir bölümü ise 'İslamcı-solcu' nitelikteki
çevresel güçleri tasfiye etti. Bu çatışmanın ikinci katmanını Balkan kökenli İttihatçılar'la
Çerkes kökenli İttihatçılar'ın mücadelesinin oluşturduğunu ileri sürenler, ayrıca İnönü'nün
kişesel olarak belirleyici olduğunu düşünenler de vardır.

Çerkes Ethem'in sürgün yılları

27 Ocak 1921'de Yunanlılara teslim olduktan sonra İzmir'de hastaneye yatırılan Ethem Bey,
oradan 19 ay kalacağı Atina'ya, ardından da Berlin'e götürüldü. Frankfurt yakınlarındaki
Könisgstein kasabasındaki sanatoryumda bir süre kaldıktan sonra bilinmeyen bir tarihte
Bağdat'a geçti. Cumhuriyet'in 10. yılında kendisinin de arasında olduğu 150'likler için
çıkarılan genel aftan kardeşleri yararlandı, ama kendisi dönmedi. Ürdün'ün başkenti
Amman'da, tek odalı kerpiç bir evde, hasta, yalnız ve yoksul biri olarak, sürekli ölüm
korkusu içinde yaşadı. 21 Eylül 1948'de öldü ve Amman'daki Kabartay Mezarlığı'na
gömüldü.

Sürgün yıllarında, Yunanlıların uçaklarla Türk ordusuna dağıttığı bildirilerden birine imzasını
attığı iddiası dışında aktif bir Yunan destekçiliğinden söz edilmedi. Yabancı arşiv belgelerine
göre, sürgün yıllarında Yunan veya İngiliz makamları tarafından itibar görmediği ve maaşa
bağlanmadığı gibi, her zaman kuşkulanılan biriydi.

Nutuk'ta bile kendisinden 'Çerkes' diye söz edilmediği halde resmi tarihte 'Çerkes' diye
anılmasını 'hayatında maruz kaldığı en büyük haksızlıklardan biri' olarak nitelediği söylenir.
Gerçekten de, her ne kadar birliklerinde çok sayıda Çerkes kökenli milis varsa da,
mücadelesinde hiçbir zaman etnik kökenini öne çıkarmamıştır. Hatta, Çerkes asıllı olan
Anzavur Ahmet'in isyanını o kadar kanlı biçimde bastırmıştır ki, bu olayın Çerkes toplumu
üzerindeki yıkıcı etkisi hâlâ sürer. 1947'de yazdığı "Gerçeklere Doğru Uyarı İçin Şiddetli Bir
Haykırış" adlı risalede, olayları kendi açısından anlatırken, Mustafa Kemal için 'Neron',
'Mustafa Deccal' gibi ağır ifadeler kullanır ve Anzavur meselesinde kendisini yanıltanın
kardeşi Reşit Bey olduğunu iddia eder.

Mustafa Kemal ve muhalifleri (3)

'Çerkes' Ethem meselesinin hallinden sonra dikkatini Meclis içindeki çatışmalara çeviren
Mustafa Kemal, il ve sancaklara bir tamim gönderdi ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti'nin (A-RMHC) merkez heyetinin üyelerini sordu. Asıl amacı, 10 Mayıs 1921'de A-
RMCH adında bir grup kurunca anlaşıldı. (İlk oturumda sekreterliği, ileride Mustafa Kemal'in
amansız düşmanı olacak Lazistan Mebusu Ziya Hurşit yapmıştı.) Bu grup sonradan Birinci
Grup diye anıldı.

Bazı kaynaklara göre 133, bazılarına göre 202 üyesi olan bu grup, kâğıt üstünde 437 üyesi
olan, ama en fazla 365 kişinin katıldığı Meclis'i başından itibaren kontrol etti. (Toplantı yeter
sayısı 160 kabul edildiğine bakılırsa, üye sayısı 320 sayılıyordu) Mustafa Kemal'in grubuna
girmeyenler, Erzurum milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) ve eski Meclis-i Mebusan Reisi
Celalettin Arif'in etrafında '2. Müdafaai Hukuk Grubu' adıyla toplanmaya başladı. Bazı
kaynaklara göre 63, bazılarına göre 90 kişiden oluşan ekibe sonradan 'İkinci Grup' denildi.

Ayrımlar

Resmi tarih yazımında 1. Grup 'devrimci, ilerici, laik, cumhuriyetçi', 2. Grup 'gerici, dinci,
şeriatçı, saltanat ve halifelik yanlısı' diye değerlendirilir. Saltanat'ın 1 Kasım 1922'de 2.
Grup'un desteğiyle kaldırılması bir yana, o dönemde, Mustafa Kemal dahil herkes 'saltanatçı'
ve 'hilafetçi' sayılabilirdi. Çünkü, 23 Nisan 1920'de açılan Meclis'in aldığı ilk kararlarda
saltanat ve hilafetin kurtarılması vurgulanırken, 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye
Kanunu'nda, 5 Eylül 1920 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu ve Mebus Andı'nda, 18 Eylül
1920 tarihli Halkçılık Programı'nda, 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasi Kanunu'nda
(Anayasa), nihayet Mustafa Kemal'in pek çok telgraf ve konuşmasında, Saltanat ve Hilafet
Makamı'nın kurtarılması ve korunmasından söz ediliyordu.

Nitekim Mustafa Kemal, Ocak 1923'te İzmit'te İstanbullu gazetecilere, "Hakikatte aramızda
bir prensip itilafı yok (.) sırf menfaat ve hissi şeylerden doğma bir şeydir" derken, 1927'de
yazdığı Nutuk'ta da grubu şiddetle eleştirse de, bu tanımları kullanmadı. Anlaşılan ileriki
yıllarda, Milli Mücadele'nin başında, İslamcı ve Saltanatçı çevrelerle kurulan zorunlu
ittifakların ideolojik yükünden kurtulmak gerektiğinde, İkinci Grup 'günah keçisi' olarak
kullanılmıştı.
Yakup Kadri bir yazısında, "2. Grubu temsil eden kimseler arasında fikir ve his birliği yoktur,
bunlar yalnız 'muhalefet' etmekte birleşiyor" der. Ancak durum söylendiği gibi değildir.
Örneğin bugün liberal çevrelerde 'Türkiye'nin Danton'u', 'Türkiye'nin ilk demokratı' olarak
övülen 2. Grub'un lideri Hüseyin Avni Bey, "BMM idaresi bugün bir takım müstebit
kumandanların, valilerin elindedir. Zihniyet değişmiyor, yalnız sandalye değişiyor" derken
veya İstiklâl Mahkemeleri'ni savunmak için "Cepheler kan ağlarken bunlara da ne oluyor"
diye soranlara "İhtilalin de bir hukuku vardır. Hüner, isyan ettirmemektir. Kanun hâkim
olmalı. Şahısları hâkimiyeti payidar olamaz. Cepheleri tutacak olan kanundur, adalettir!"
diye cevap verirken, Yakup Kadri'nin iddia ettiği gibi sırf 'muhalefet yapmak için muhalefet
yapıyor' değildi.

Eylemleri incelendiğinde iktidarı hedeflemediği anlaşılan İkinci Grup'un hassas olduğu


konuların başında 'kişi tahakkümünü önlemek' geliyordu. 2 Mayıs 1920 tarihli dört maddelik
bir kanunla meclis hükümeti sistemi dolayısıyla yasama ve yürütmenin birliği ilkesi kabul
edilmiş, 11 Eylül 1920 tarihli İstiklal Mahkemeleri Kanunu ile buna yasama yetkisi de
katılınca tam olarak 'kuvvetler birliği' sistemi uygulamaya geçmişti.

Bunlar ve 1921 Anayasası sayesinde, Mustafa Kemal hukuken hem Meclis'in, hem
hükümetin hem de Ordu'nun başı iken, fiilen de devletin başı idi. Tek kişiye verilen bu
olağanüstü yetkilere ilaveten, seçimlerin iki dereceli olması ve Meclis'in çalışma usullerine
ilişkin bir kanunun olmaması, rejim tartışmalarını kaçınılmaz kılıyordu. Grup, bir nevi
diktatörlük olarak tarif ettiği bu durumu önlemek için, meclis başkanlığı ile hükümet
başkanlığının tek elde toplanmasını ve Meclis Başkanı'nın bakan seçimlerinde aday
göstermesini önledi. Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda değişiklik yapılarak, Saltanat'ın
kaldırılmasına sözle ya da yazıyla karşı çıkanların, 'vatana ihanet'ten cezalandırılmasına
itiraz ise 'insanlığın fikrine, düşüncesine pranga vurulamayacağı' gerekçesini taşıyordu. Yine,
'hukukun üstünlüğü' ilkesi uyarınca, İstiklal Mahkemeleri'ne sınırsız yetkiler verilmesine
karşı çıkan İkinci Grup mahkemelerin Meclis denetimine alınmasını sağladı.

Gruba yönelik bir başka suçlama, Mustafa Kemal'in, Sakarya Meydan Muharebesi (Ağustos-
Eylül 1922) öncesinde Başkumandanlık makamına getirilmesine karşı çıktıkları yolundadır.
Ancak bu iddia doğru değildir. Grubun itiraz ettiği konu, Başkumandanlık Kanunu ile
Başkumandan'a, üçüncü kez, 'Meclis yetkilerini kullanma hakkı' verilmesi idi.

Bunun nedeni de, söz konusu tarihte, taarruz hazırlıklarının çok uzaması ve bu durumun
daha ne kadar süreceğinin belli olmamasıydı. İkinci Grup, Başkumandan'ın belirsiz bir süre
için tek karar verici olmasını, diktatörlük rejimi olarak görüyor, bunun Anayasa'daki 'milli
egemenlik' kavramı ile bağdaşmadığını düşünüyordu. Ancak, sonuçta Mustafa Kemal'in
ağırlığını koymasıyla, Başkumandanlık Kanunu üç ay kısıtlaması olmadan onaylandı, İkinci
Grup hedefine ulaşamadı.

İkinci Grup'un tasfiyesi ve Ali Şükrü Bey

İkinci Grup, Lozan görüşmelerine gidecek delegeleri hükümetin değil de Meclis'in


seçmesinde ısrar etti, sonuç alamadı. Musul'un anlaşma dışında bırakılmasına da karşıydılar.
Bu engeller, başarılarını uluslararası arenada tescillemek isteyen Mustafa Kemal'in hoşuna
gitmedi. İsmet Paşa'nın aktardığına göre Mustafa Kemal, 1921 sonu ve 1922 Martı'nda, yani
iki kez Meclis'i kapatmayı düşünmüş, İnönü'nün telkinleriyle vazgeçmişti. Ancak, sahibi
olduğu Tan gazetesinde Hilafet yanlısı yayınlar yapan ve Lozan görüşmelerine diplomat
olmayan İsmet Bey'in katılması konusunda Mustafa Kemal'le ters düşen 2. Grup
liderlerinden Ali Şükrü Bey'in ortadan yok olduğu günlerde seçim kararını almakta
gecikmedi. Karar yürürlükteki 1921 Anayasası gereğince 2/3 çoğunlukla alınması
gerekirken, basit çoğunlukla alınmıştı. O gece Ali Şükrü Bey'in katili olduğu anlaşılan
Mustafa Kemal'in Muhafız Alayı Kumandanı Topal Osman, müsademede öldürüldü. Olayın
arkasında Mustafa Kemal'in olduğu dedikoduları ortalığı sarmıştı.

Meclis'in tatile girmesinden bir gün önce, 15 Nisan'da, Birinci Grup'un oylarıyla Hıyanet-i
Vataniye Kanunu'nda alelacele bir değişiklik yapıldı ve Millet Meclisi Hükümeti'ne muhalefet
etmek ve Saltanat'ın yeniden kurulması için kampanya yürütmek 'vatana ihanet' kapsamına
alındı. Sonra Mustafa Kemal yeni milletvekillerini bizzat seçmek için Ankara'da bir seçim
bürosu oluşturdu. Ankara PTT Müdürü Sabri Bey, adayların eğilimleri için bir nevi ajanlık
yaparken, Teşkilat-ı Mahsusa'nın lideri Hüsamettin Ertürk, Alevi ve Bektaşi dedelerini
etkilemeye çalışıyordu. Ordu ve emniyet mensupları ise ikinci seçmenlere baskı yapıyordu.
(Seçimler iki dereceliydi. Halk ikinci seçmenleri, onlar da da milletvekillerini seçiyordu.)
Sonuçta, yeni Meclis'in neredeyse tamamı ileride Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) adını alacak
olan Birinci Grup üyeleri girebildi. Üç kişinin İkinci Grup üyesi olduğu halde Birinci Grup'tan
seçildiği, ayrıca iki kişinin, Bursa'dan (Sakallı) Nureddin Paşa ile Gümüşhane'den Zeki
(Kadirbeyoğlu) Bey'in bağımsız olarak Meclis'e girdiği biliniyor. Meclis, 11 Ağustos 1923'te
açıldıktan iki gün sonra Meclis Başkanlığı'na Mustafa Kemal'i seçti. Aynı gün Lozan
görüşmeleri yüzünden İsmet Paşa ile çatışan Rauf Bey başbakanlıktan çekildi. Mustafa
Kemal'in yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyay) Bey başkanlığındaki yeni hükümet, İkinci Grup'un
muhalefet ettiği Lozan Barış Antlaşması'nı 23 Ağustos 1923'te onaylayarak Mustafa Kemal
ve ekibini büyük bir dertten kurtardı.

İstiklal Mahkemeleri

İkinci Grup'un önlemlerine rağmen, savunucuları tarafından 'Devrim Mahkemesi' diye tarif
edilen İstiklal Mahkemeleri, Cumhuriyet'in ilk yıllarında, rejime muhalefet edenlerin korkulu
rüyası olarak görevlerini başarı ile ifa etti. İstiklal Mahkemeleri, yargılama usulleri açısından
hukuk ilkelerine uymuyorlardı. Çünkü, üyeleri hukukçu olmayıp, meclis içinden seçilen
mahkemeler verdikleri kararlardan sorumlu değildi. Kararın verilmesi için delile gerek yoktu.
Avukat tutmaya bir engel olmadığı halde, pratikte hemen bütün davalar avukatsız
yürütüldü. Kararlar hâkimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen
cezalar (idam dahil) derhal infaz edilirdi.

1920-1923 döneminde görev yapan 14 ilk dönem İstiklal Mahkemesi, esas olarak 'casusluk',
'bozgunculuk', 'asker kaçakları', 'eşkıya', 'saltanat yanlıları' ve 'isyancılar' ile mücadele
etmek için kurulmuştu. Bu mahkemelerde, 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye
Kanunu'na (ve bu kanunda 15 Nisan 1923'te yapılan değişikliğe) dayanarak, toplam 59.164
kişi yargılandı, bunların 41.678'ine çeşitli cezalar verildi. 1054 idam cezası infaz edildi.
Divan-ı Harbi Örfi (Sıkıyönetim) mahkemelerinde yargılanan ve ceza görenlerin sayısı ise
bilinmemektedir.

Saltanatın kaldırılması

Saltanat'ı kaldırma fikrini Meclis'te ilk telaffuz eden sanıldığı gibi Mustafa Kemal değil, Birinci
Grup üyesi Antalya mebusu Rasih (Kaplan) Efendi'dir. Önerge, Mustafa Kemal'e karşı
ölçüsüz eleştirileriyle bilinen Rıza Nur tarafından hazırlanmış, "Mustafa Kemal bir gün
sultanlık ve halifelik yetkilerini kullanmaya kalkar" korkusunu içlerinden bir türlü atamayan
İkinci Grup üyeleri tarafından imzalanmıştı. Mustafa Kemal ise, önergeye imzasını koyan 80.
milletvekili idi. 81. imza birçok kaynakta İkinci Grup'un lideri diye anılan, aslında 1. Grup'a
yakın duran Rauf Bey'e aitti. Mustafa Kemal tarafından Nutuk'ta 'Saltanatçı' diye itham
edilen Rauf Bey, önergeyi imzalamakla yetinmemiş, "Padişahlığın lağvı cümlesi zayıftır Bunu
şiddetlendirelim" diyerek tadil de ettirmişti.

Bir günlük aradan sonra, 1 Kasım'da, saat 6.45'te başlayan oturumda, İkinci Grup lideri
Hüseyin Avni Bey ve 25 arkadaşının verdiği önerge ile "Saltanatın ilgasından sonra Hilafetin
korunması" yolundaki ifadelerin eklenmesine Mustafa Kemal itiraz etmedi.

Ancak 23 kişilik komisyon, Mustafa Kemal'in, Halifeliğin ve Sultanlığın tarihine ilişkin gece
yarısına dek süren uzun konuşmasından sonra bile önergeye son halini veremeyince, iki
gündür mutat akşam yemeklerini kaçırdığı için sinirleri iyice gerilmiş olan Mustafa Kemal'in
bir sıranın üstüne çıkarak "...Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu
mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce
uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı
kafalar kesilecektir" şeklindeki ünlü nutkunu attığı bilinir.

Tehdit ve sonuç

Tehdit işe yarayacak, gece saat üçte de yine toplanan Meclis, Birinci Grup adına Mustafa
Kemal, İkinci Grup adına Hüseyin Avni Bey'in lehte konuşmalarını takiben Saltanatın İlgasını
'gök gürültüsünü andıran alkışlar arasında' (daha sonra İzmir Suikastı dolayısıyla asılacak
Birinci Grup'un ilk sekreteri, Lazistan milletvekili Ziya Hurşit Bey'in karşı oyunu görmezden
gelerek) 'oybirliği' ile karara bağlayacaktır.

Rauf Bey ve İstanbul basını

11 Ağustos 1923'te açılan 'muhalefetsiz' İkinci Meclis'in aldığı ilk kararlardan biri 13 Ekim'de
Ankara'yı başkent ilan eden kanunu çıkarmak oldu. Rauf Bey'in kendi arzusuna aykırı olarak
Meclis'in İkinci Meclis Başkanlığı'na seçilmesine kızan Mustafa Kemal'in çıkardığı bir kabine
bunalımının ardından ustaca bir manevrayla 1921 Anayasası'nın devletin şeklini tarif eden 1.
maddesi tadil edilerek 29 Ekim'de Cumhuriyet ilan edildi. Esas olarak Cumhuriyet Halk
Fırkası içinde tartışılarak alındığı anlaşılan karar, kâğıt üzerinde 287 (veya 286) üyesi olan
Meclis'in 158 üyesinin katıldığı oturumda 158 oyla alınırken Mustafa Kemal de
cumhurbaşkanı seçilmişti. Mustafa Kemal böylece artık hem CHF Başkanı, hem TBMM'nin,
hem de İcra Vekilleri Heyeti'nin (hükümet) doğal başkanı, hem Başkumandan, hem de
Cumhurbaşkanı idi. Ardından Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'ın üçü bir arada
resimleri basılarak etrafa dağıtılmaya başladı.

Kabine bunalımından sonra küsüp İstanbul'a giden Rauf Bey olayı gazetelerden,
Sarıkamış'tan dönerken uğradığı Trabzon'da bulunan Kazım Karabekir ise top atışlarından
öğrenmiş, 30 Ekim gecesi, sabaha karşı 03.00'te Selimiye Kışlası'dan yapılan 101 pare top
atışı ise olaydan haberdar olmayan İstanbul halkının büyük paniğe kapılmasına neden
olmuştu. Rauf Bey, 31 Ekim günü Vatan ve Tevhid-i Efkar gazetelerine verdiği demeçle,
kendisinin demokratik ilkelere bağlı kalındığı sürece rejimin ismi ile sorunu olmadığını, ancak
Meclis'te ve hükümette yeterince tartışılmadan alınan bu kararın İTC'nin merkez komitesinin
sorumsuz kararlarına benzediğini söyledi. O'na göre "Önce iyi düşünüp doğru dürüst bir
Anayasa hazırlanmalıydı." (Nitekim Anayasa ancak 6 ay sonra hazırlandı). Trabzon'dan
İstanbul'a gelen Kazım Karabekir ise ancak 10 Kasım'da konuştu ve "Cumhuriyet şeklinin
memleketleri yükselten bir idare şekli olduğu şüphesizdir. Şahsi saltanatın aleyhindeyim"
demekle yetindi.

10 Kasım'da Tanin'de İstanbul Barosu Başkanı ve Dersim Milletvekili Lütfi Fikri Bey'in,
Cumhuriyet'in ilanından dolayı tedirgin olan Halife'nin görevinden çekileceği dedikodularına
karşı yazdığı bir mektup yayımlandı. Lütfi Bey, "Efendimiz Hazretleri" diye başladığı
mektupta yaygın bazı dedikodulara değinerek eğer Abdülmecid Efendi halifelikten kendi
rızasıyla ayrılırsa, İslam dünyasına büyük hizmetleri dokunan Osmanlılar üzerinde büyük dış
baskıların ortaya çıkacağından dem vuruyor, Halife Efendi'nin kesinlikle böyle bir şeye
kalkışmaması için adeta yalvarıyordu. 12 Kasım'da Rauf Bey ve Kazım Karabekir ayrı ayrı
Halife Abdülmecit Efendi'ye birer ziyaret yaptılar. 13 Kasım'da Halife'nin Karabekir için bir
ziyafet vermesi, Cumhuriyet'in ilanı meselesini iyice Halifelik meselesine dönüştürmüştü.
15 Kasım'da Ankara'ya dönen Rauf Bey, tebrik etmek için Cumhurbaşkanı'nı ziyaret etti,
ancak Mustafa Kemal rahatsız olduğu gerekçesiyle kendisini kabul etmedi. 22 Kasım'da
toplanan CHF grubu Rauf Bey'i Cumhuriyet konusundaki görüşlerini öğrenmek için sekiz saat
sorguladı. 5 Aralık'ta, İkdam, Tanin ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde boy gösteren bir mektup
Ankara ile İstanbul Basını'nı karşı karşıya getirdi. Mektubu yazanlar Güney Asyalı Şii
Müslümanların önde gelen liderlerinden Londra'daki İslam Cemiyeti'nin reisi Seyit Emir Ali ile
İsmailiye Mezhebi'nin lideri Ali Ağa Han'dı. Kendilerini Türkiye'nin dostu ve gerçek
destekçileri olarak tanıtan ikili, Halifeliğin şu andaki belirsiz durumundan ve Halife'nin
Türkiye'nin politik yaşamından dışlanmasından duydukları üzüntüyü belirtiyordu. Hükümet
mektubu almadığını iddia ederek, bu olayı bir komplo olarak niteledi. İki Hint soylusunun
mektubuyla Türkiye'nin tehlikeye girmeyeceğini gayet iyi bilen Mustafa Kemal bu olayı
muhaliflerini sıkıştırmak için kullanmaya karar verdi. İsmet Paşa Meclis'te ateşli bir konuşma
yaparak konunun Hıyanet-i Vataniye Kanunu kapsamına girdiğini, olayı soruşturmak üzere
bir İstiklal Mahkemesi'nin kurulması gerektiğini belirtti. İnönü'ye göre böylesi bir karar
'siyasette reculiyetin, erkekliğin alameti' idi.

Ateşli tartışmalardan sonra, 8 Aralık 1923'te, 156 milletvekilinin 134'ünün oyuyla


Cumhuriyet Dönemi'nin ilk İstiklal Mahkemesi kuruldu. Birkaç gün sonra İstanbul'a giden
heyet, hemen tutuklamalara başladı. Bunların sonunda beş ayrı dava açıldı.

'Cumhuriyet'in prensleri'

Davalarından ilkinde Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey yargılandı. Matbuat Davası denen diğerinde
ise Ali Ağa Han ve Emir Ali'nin mektuplarını yayımlayan Tanin'in Başyazarı Hüseyin Cahit,
İkdam'ın Başyazarı Ahmet Cevdet ile Mesul Müdürü Ömer İzzeddin, Tevhid-i Efkâr'ın
Başyazarı Velid Bey ile Mesul Müdürü Hayri Muhittin Bey yargılandı. Her iki davada, sanık
avukatları mektubun 'herzevekillikten' ibaret olduğunu söylemekle birlikte yayınları
'gazetecilik teknikleri ile' savunmaya çalıştılar.

Falih Fıfkı 'Çankaya' adlı eserinde durumu şöyle özetlemişti: "Yılın önemli olayları arasında
İstiklal Mahkemesi var. Mahkeme Başkanı Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı İhsan ve savcı
Vasıf (Rahmetli). Bizler duruşmaları izliyorduk. Basın "Cumhuriyetin prensleri" dedikçe
gülüşüyorduk. Öyle anlar oluyordu ki, sanki yargıçlar yargılanıyordu. İstiklal Mahkemesi'nin
hiçbir zaman [İstanbul'a] gönderilmemiş olmasını arzu ederdim..."

Sonuçta, İkdam, Tanin, Tevhid-i Efkar ve Vatan mensupları beraat ederken, Lütfi Fikri Bey,
5 yıl kürek cezasına mahkûm oldu, fakat altı ay hapis yattıktan sonra başvurusu üzerine
TBMM tarafından affedildi. Ancak, bu meşrutiyetçi tavırlar İstanbul'da destek görüyor
olmalıydı ki, Lütfi Fikri Bey, hapisten çıktıktan sonra yeniden Baro yönetim kuruluna seçildi.
Yine de, Mustafa Kemal amacına ulaşmış, hem Rauf ve Kazım Bey gibi Hilafet makamına
saygı gösterenlere, hem de İstanbul'un muhalif basınına gözdağı verilmişti.

Basınla barışma teşebbüsü

Mustafa Kemal İstiklal Mahkemesi ile sindirdiği basınla bir kez daha görüşmek istedi. 2
Şubat'ta İstanbul Basını'ndan bir heyet İzmir'de bulunan Mustafa Kemal'i ziyaret etmek
üzere Altay Vapuru ile Bandırma'ya doğru yola çıktığında, Tevhid-i Efkar'da bu ziyaretin
'Mustafa Kemal'in arzusu ile yapıldığı' yolunda bir haber çıktı.

Mustafa Kemal, 4 Şubat'ta gazetecileri kayınpederi Uşakizade Muammer Bey'in Göztepe'deki


köşkünde kabul etti, ancak Tevhid-i Efkar'ın sahibi Velid Bey'i toplantıya almadı. Toplantıda
basından Cumhuriyet'in etrafına "çelikten bir kale örmelerini" isteyen Mustafa Kemal'i
gazeteciler sessizce dinlediler, sadece Hüseyin Cahit Bey cevap vermiş ve 'esasta hiçbir
ihtilafın olmadığını' ancak 'hürriyetlerin muhafazası için geniş bir müsamahakârlık istediğini'
söyledi. Ancak, Halifeliğin en büyük savunucusu, Rauf Bey, hastalığını bahane ederek
Almanya'ya gitmek üzere, 18 Şubat'ta Ankara'dan ayrıldığında, tüm muhalifler Halifeliği
kurtarmanın artık mümkün olmadığını kavramıştı.

Nitekim, 3 Mart 1924'te Halifelik Makamı kaldırıldıktan sonra İstanbul basını haberi genel
olarak olumlu bir dille duyurdu. 6 Mart tarihli Tevhid-i Efkar'da önce olayın 'emrivaki' olduğu
yazıldığı halde, 18 Mart'ta "Türkiye Şark'a veda etmiştir" başlığı ile günah çıkarıldı. 8 Mart
tarihli Resimli Gazete'de "Sultan Selim dahi hilafetin kaldırılmasından memnunluk duyardı"
denilirken. Halifelik yanlısı Hüseyin Cahit Bey bile sesini çıkarmadı.

Halifelik kalktı, tartışmaları bitmedi

3Mart 1924 tarihli Meclis oturumunda, Urfa milletvekili Şeyh Saffet (Yetkin) Efendi ve 53
arkadaşı bir önergeyle, halifeliğin hem ülke içinde, hem de dış ilişkilerde iki başlılık yarattığı,
hanedanın yüzyıllardır bir felaket olduğunu ve Türk milletinin yıkımına sebep olduğunu,
Halifeliğin bu açıdan Türkiye'nin bekası açısından yeni tehlikelere gebe olduğu söylenerek
ilgasını istedi.

2. Meclis'in tek bağımsız üyesi Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey'in ve Dadaylı Miralay Halid
(Akmansü) Bey'in itirazları şiddetli protestolar arasında yok oldu gitti. Adalet Bakanı Seyit
Bey'in 2,5 saatlik konuşmasından sonra Hilafetin İlgası'na ve Hanedan-ı Osmani'nin Türkiye
Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılması Hakkındaki (431 Sayılı) Kanun, oturuma katılan
158 üyenin 157'sinin oyuyla kabul edildi. (İtirazcılardan Halit Bey'in olumlu oy verdiği
söylenir, ancak daha sonra CHF'den istifa etmesi, bu kişinin başkası olduğunu
düşündürüyor.) Aynı oturumda daha önce Şer'iye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye-i Umumiye
Vekaleti'nin İlgasına Dair Kanun ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu da kabul edildi.

1 Kasım 1922'den 3 Mart 1924'e

1 Kasım 1922'de saltanat kaldırılırken, uluslararası arenada gücünden yararlanmak amacıyla


korunan halifelik makamının sonraki 16 ay içinde, siyasi gücünü tamamen yitirdiği ve
sıkıntıların biçimsel sorunlardan kaynaklandığı açık iken, niye alelacele kaldırıldığı meselesi
hâlâ cevap bekliyor. İngiliz yazarı Ph. Graves "Türk Cumhuriyetçileri, Müslüman uyrukları
olan herhangi bir gayr-i Müslim devlet için her zaman güçlükler yaratabilecek bir kurumu
ortadan kaldırmakla, böyle bir niyetleri olmadığı halde, Britanya'ya büyük iyilik yapmışlardır"
derken, Rauf Bey, İsmet İnönü'nün 4 Şubat 1923'te Lozan görüşmelerine ara verilmesini
fırsat bilip, 18 Şubat'ta Ege seyahatini yapmakta olan Mustafa Kemal'le Eskişehir'de
buluşmasından sonra Halifelik aleyhine faaliyetlerin artmasını, İngiltere temsilcisi Lord
Curzon'un Lozan'da İsmet Paşa'ya yaptığı 'laiklik' baskılarına bağlar. İngiliz Dışişleri
belgelerini inceleyen Ömer Kürkçüoğlu ise İngiltere'nin Musul'daki bir görevlisinin Türklere
sadece Halifelik bağı ile bağlı olan Kürtlerin durumunu düşününce bu olayın "Türklerin kendi
bindikleri dalı kesmelerinin İngiltere için inanılmayacak kadar mükemmel olduğunu"
söylediğini aktarır. Nitekim, pek çok araştırmacı 13 Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Sait
İsyanı ile Halifeliğin kaldırılması arasında bağ kurar.

Portre: Hüseyin Cahit Yalçın

"Hayatta en çok, mübârezeyi (düello) severim. En mesut günlerim, en şiddetle hücuma


uğradığım, en şiddetle hücum ettiğim zamanlardır. O zaman damarlarımda hayat veren bir
ateş tutuşur, hayatın solukluğu silinir ve gözümün önünde bir gaye canlanır, mübarek ve
muazzez bir gaye... Fenalığa karşı müsamahakâr, lakayd veya müsadekâr duranları
sarsmak, hepsini bu mübâreze meydanına çekmek isterim. Yalnız fenâ olmamak kâfi gelir
fikrinde değilim..."
Bu ateşli sözlerin sahibi olan Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957) eski bir İttihatçı idi. 1908'de
yakın arkadaşları Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazım'la birlikte kurdukları Tanin gazetesi,
İngilizler tarafından götürüldüğü Malta'dan döndüğü 1922 yılına kadar dönemin en önemli
siyasi platformlarından biri oldu.

Sürgünden Meclis'e

Milli Mücadele sırasında İttihatçı kadrolar birer birer Mustafa Kemal'in yanına geçerken, ne
Ankara'nın yanında ne de karşısında yer aldı. Ancak inandıklarını savunmaktan da geri
durmadı. 1923 yılında Halifelik meselesinden İstanbul İstiklal Mahkemesi'nde yargılanıp
beraat ettiği halde ikinci kez yargılanıp 1925'te Çorum'a ömür boyu sürgüne mahkûm oldu.
Daha sonra aklandı ancak Mustafa Kemal'in ölümüne kadar siyasetle uğraş(a)madı, sadece
Akşam gazetesinde yazdı, Fikir Hareketleri dergisini çıkardı. İsmet İnönü'nün daveti üzerine
politikaya döndü ve 1939-54 yılları arasında Çankırı, İstanbul ve Kars milletvekili olarak
TBMM'ye girdi. 1935-46 arasında Yedigün'de yazdı, 1943'te yeniden Tanin'i çıkardı. 1948'de
CHP'nin yayın organı Ulus gazetesinde yazdı. Demokrat Parti döneminde hapse girdi. 18
Ekim 1957'de İstanbul'da vefat etti.

Cumhuriyet'in ebedi sürgünü

Bugün müritleri tarafından 'Bediüzzaman' (zamanımızda eşi, benzeri bulunmaz kişi), 'hakikat
kahramanı', 'ilmi açıdan Aristo'yu, İbni Sina'yı, Farabi'yi geride bırakan filozof', 'Türkiye'nin
Gandhi'si' diye tanımlanan; siyasetçiler ve bilim adamları tarafından 'dinler arası diyaloğun
başlatıcısı', 'ihya geleneğinin temsilcisi', 'tefsir okulunun mümtaz şahsiyeti' olarak nitelenen
Said-i Nursi, sadece kurucusu olduğu Nurculuk akımının günümüzdeki etkileri açısından
değil, Milli Mücadele sırasında dinsel çevrelerle, pragmatik nedenlerle kurulduğu anlaşılan
ittifakların Cumhuriyet'in ilanından sonra tasfiye edilmesi sırasında yaşanan başarısızlıkları
sembolize etmesi açısından da önemli bir figürdür.

Said-i Nursi, 1876'da Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğdu. (Karşıtlarına göre
kasabanın adı Nors olduğu halde, 'ışık' anlamına gelen Nur sözcüğüne benzerlikten
yararlanabilmek için kasten Nurs olarak telaffuz ediyordu.) Babası yedi çocuklu küçük bir
toprak sahibi idi. Said-i Nursi'ye göre aile, Hz. Muhammed'e kadar uzanıyordu. Said-i Nursi,
sert ve kavgacı mizacı yüzünden medrese eğitimini tamamlayamadı. Ancak, kendi iddiasına
göre 15 yaşında 'Bediüzzaman' mertebesine erişti.

İki önemli tarikat

Said-i Nursi'nin memleketi Bitlis, 19. yy'dan itibaren Nakşibendi tarikatının Halidiye kolunun
merkeziydi. Said-i Nursi hem Nakşibendilik'ten hem de Nakşibendiliğin rakibi Kadirilik'ten
etkilenerek büyüdü. Yöredeki Osmanlı devlet ricaliyle yakın ilişki kurarak bilgi ve görgüsünü
artırdı. 1900'lerin başlarında, 'özgürlük, ilerleme, uygarlık, milli birlik, insan emeği, bilim'
gibi liberal-meşrutiyetçi bir terminoloji kullandığı görülen Said-i Nursi, 1908'de Saray'a
dilekçe yazarak 'Kürdistan'a' eğitim yatırımları yapılmasını ve bir üniversite açılmasını
isteyince gördüğü tepki, akıl sağlığını kontrol ettirmek için Topbaşı Tımarhanesi'ne
yollanmak oldu. Sonrası baş döndürücü bir hızla geçti. Kurucularından olduğu İttihad-ı
Muhammedi'nin (Müslüman Birliği) önderlik ettiği 31 Mart olayına katılmakla suçlandı, ceza
almadı. 1. Dünya Savaşı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa'ya katıldı, Sunusileri Osmanlı
devletinin ünlü cihat çağrısına katılmaya ikna etmek için Libya'ya gitti. Dönüşünde Bitlis
savunmasında Ruslara esir düştü. İki yıl dört aylık esaretten sonra, Petersburg, Varşova,
Berlin ve Viyana üstünden İstanbul'a geldi.

Milli Mücadele başladığında, İstanbul Sarıyer'de oturuyor, Dar ül-Hikmet il-İslamiye'de


(İslam akademisi) hocalık yapıyordu. Kafasında gençliğinde Van Kütüphanesi'nde tanıştığı
fizik, kimya, astronomi, matematik gibi doğal bilimler ile dini eğitimin birlikte verileceği
üniversitesini kurmak vardı. Kahire'deki Cami'ül-Ezher'in 'kız kardeşi' olarak tahayyül ettiği
Medrese't-üz Zehra'nın kuruluşu için İstanbul'dan ümidini kestiğinden, Kuva-yı Milliye
Hareketi'ne yaklaştı. O günlerde başarıya ulaşmak için her türlü ittifakı yapmaya hazır olan
Mustafa Kemal de Said-i Nursi'yi Ankara'ya davet etmekte gecikmedi. Ama, 9 Kasım 1922
tarihinde TBMM'de 'hoşamedi merasimi' ile karşılanan Said-i Nursi, Ankara'daki havayı
görünce, dilini tutamayıp 19 Ocak 1923 tarihinde Meclis'e hitaben yazdığı on maddelik
beyannamesinde, peygamberlerin Şark'ta, filozofların da Garp'ta ortaya çıkmasını 'kaderin
bir işareti' sayıp, "Şark'ı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir" diyor ve
"bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, Frenk mukallitlerini Müslümanlara tercih ederlerse",
İslam Âlemi'nin dikkatini başka tarafa çevireceği çıkışını yapınca durum değişti.

Mektuptaki laflardan pek heyecanlanan 50-60 kadar mebusun oracıkta namaza durmasından
rahatsız olan Mustafa Kemal'in "Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek
fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri
yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz" diyerek sitem ettiği söylenir. Said-i Nursi ise güya "Paşa!
Paşa! İslâmiyet'te imandan sonra en yüksek hakikat, namazdır. Namaz kılmayan haindir,
hainin hükmü merduttur" demiştir. Yine yandaşlarına göre, tartışmadan dolayı Mustafa
Kemal önce özür dilemiş, ardından kendisine mebusluk, Diyanet azalığı ve Şark Umum
Vaizliği önermiştir. Ancak Said-i Nursi bunları kabul etmemiştir... Ankara'dan ayrılıp
Erzurum'a geçen Said-i Nursi, 13 Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Said Ayaklanması'na
katılmakla suçlandığında, Mustafa Kemal'in aslında ne düşündüğünü anlamış olmalıdır.

Sürgün günleri

Said-i Nursi, kendisini desteğe davet eden isyancılara gönderdiği mektupta asırlardan beri
İslamiyet'in bayraktarlığını yapan Türk milletine kılıç çekmenin dinen caiz olmadığını, böyle
bir şeye niyet edildiğinde bunun başarısızlıkla sonuçlanacağını söylediğini iddia etti, ancak
isyancı Kürt liderleriyle birlikte önce Antalya'ya, sonra Burdur ve Isparta'ya sürülmekten
kurtulamadı. İleriki yıllarda kendisine 'Said-i Kürdi' denmesi de bu olaydan dolayı oldu.

Ancak Cumhuriyet yönetimi, nedense, sürgün yeri olarak Bitlis gibi din adamı yetiştiren,
muhafazakâr, merkezden kopuk dağlık şehir olan Isparta'yı seçmişti. Mevlevi ve
Nakşibendilerin güçlü olduğu Isparta'da 60 medrese, 200 Kuran kursu ve sayısız tekke vardı
ve sadece birer dinsel lider değil aynı zamanda toplum önderi olan din adamları ise birden
zeminlerini ve statülerini kaybettikleri için merkeze öfkeli idiler.
Hafız İbrahim tarafından kurulan Demir Alay ve 'Isparta Mücahitleri' gibi örgütler aracılığıyla
Milli Mücadele'ye katılan Isparta şehir eşrafı ise Cumhuriyet Halk Fırkası'nın en ateşli
destekleyicisi idi. Bu sadakatin karşılığında şehirde merkezi hükümetle işbirliği yapanlar
giderek zenginleşirken, köylerde yoksulluk aynen devam ediyordu. Said-i Nursi, böyle bir
ortamda, yoksul ve muhafazakâr kesimlerin merkezi devlete yönelik tepkisini yönlendirmeyi
gayet iyi başardı.

Hapis ve yeniden sürgün

Vaazlarında hâlâ 'elektrik enerjisi', 'motor', 'santral' veya 'fabrika' gibi Batı ürünü teknik
metaforları kullanıyor ama, ilişki ağını Bitlis'teki Halidiye üyelerinden, Van'dan gelen
öğrencilerinden, isyanlar yüzünden sürülen Kürt aşiret reislerinden oluşturmuştu. Said-i
Nursi, giderek popülerliğinin artması üzerine bu sefer Isparta'nın Barla Köyü'ne sürüldü.
1932'de Arapça ezan yasaklandığı sırada köyde Arapça ezan okumak yüzünden tutuklandı,
fakat ceza almadı. 1934'te Barla'dan tekrar Isparta'ya getirildi. Öğrencilerinin sayısı hızla
artınca Eskişehir'de hapse atıldı. 1936'da serbest bırakıldıktan sonra yedi yıl kalacağı
Kastamonu'ya sürüldü.
Nurculuk nedir?

Popülerliğini, sürgüne gönderildiği illerin Bitlis'in tersine, seçkinci olmayan


muhafazakârlığına, uzun vadeli başarısını ise Cumhuriyet'in hızlı ve yüzeysel laiklik
politikalarının başarısızlığına borçlu olan Nurculuk aslında bir tarikat olmaktan çok bir tefsir
ekolüdür. Nurculuğun temel düsturu, modern bilim ve felsefeye karşı imanı korumaktır.
Ancak, Said-i Nursi'nin Risale-i Nur külliyatını, söz dizimi ve kullanılan sözcükler yüzünden
okumak ve anlamak zordur. Bunun temel nedeni anadili Kürtçe olan Said-i Nursi'nin
Türkçeyi 20'li yaşlarında, Arapçayı ise daha sonra öğrendiği için risalelerini yardımcılarına
(Nur şakirtleri) yazdırması olmalıdır. Bazıları bu metinlerin aslında basit bir içeriği olduğunu,
bazıları ise İslam mistisizmine has esoterik dili yüzünden basit sanıldığını ileri sürer.

Nurcular fikirlerini yaymak için şiddete başvurmazlar. Batı kurumlarını ve kültürünü


"Müslümanlığa külliyen aykırı" bulmakla birlikte Batı'nın toplumsal seferberlik usullerini,
teknik olanaklarını kullanmakta sakınca görmezler. Said-i Nursi, 1925 sonrası yazılarının
hiçbirinde Halifelik kurumundan söz etmediği halde, Müslümanların belirli bir siyasi düzenin
uyruğu değil, bir cemaatin üyesi olarak harekete geçmesine yaptığı vurgu Cumhuriyet
elitlerini çok endişelendirmiş görünmektedir. Ancak Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve İstiklal
Mahkemesi gibi organların gadrine uğramaması da ilginçtir. Öte yandan Barla Mektupları ve
Emirdağ Lahikası'nda adını vermeden Mustafa Kemal'den 'Deccal' diye söz etmesi, müritleri-
nin de Mustafa Kemal hakkında 'Beton Kemal' türü aşağılayıcı ifadeler kullanması, destekçisi
olduğu Demokrat Parti'nin bile üzerindeki yasağı kaldırmasını imkânsız kılmıştır. Said-i
Nursi, ölümünden sonra geride bir 'halife' bırakmamıştır. Hareketin günümüzde bir heyet
tarafından yönetildiği sanılmaktadır.

Emirdağ yılları

Mustafa Kemal'in ölümünden sonra önce Denizli'ye sonra Afyon-Emirdağ'a sürülen Said-i
Nursi sürekli takip edildi, defalarca tutuklandı ve yargılandı. 1948 yılında açılan son davada
20 ay hapse mahkûm oldu. 1950 affıyla serbest bırakıldı ve Emirdağ'a döndü. Demokrat
Parti'yi desteklemesine rağmen Ankara'ya gelmesine izin verilmedi. 24 Mart 1960'da Urfa'da
hayata gözlerini yumdu. Öldüğünde önce Urfa'daki Halilülrahman Camii Haziresi'ne
defnedildi. 1960 İhtilali'nden sonra, Yassıada Mahkemeleri'nde Said-i Nursi konusu defalarca
gündeme geldi. İhtilal Komitesi'nin, cenazesini Urfa'dan alarak Isparta dağlarında
bilinmeyen bir yere naklettiği söylendi. Ancak Kasım 2006'da yayınlanan Polis Arşiv
Belgeleri'nde Gerçekler adlı kitaptaki tutanağa bakılırsa, cenaze (muhtemelen komitenin
isteği ile), kardeşi Abdülmecit Ünlükul tarafından 12 Temmuz 1960 günü Afyon'a getirilmiş,
buradan Isparta Şehir Mezarlığı'na defnedilmiştir. Halen mezarının nerede olduğu
bilinmemektedir.

Ankara'da 'mürteci', Mısır'da 'Hıristiyan!'

Said-i Nursi'nin 1907'de İstanbul'a geldiğinde kaldığı Şekerci Han'ın müdavimlerinden biri de
İslamcı-Türk şiirinin usta kalemi Mehmet Akif (Ersoy) Bey'di. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce
Teşkilat-ı Mahsusa adına çeşitli ülkelerde gizli görevlerde bulunan Ersoy, savaş sırasında
Dâr'ül-Hikmet'ül-İslâmiye'nin başkatipliğini yapıyordu. Dostları tarafından "Hazret-i Arif"
diye anılan Mehmet Akif 1919'da, Kuva-yı Milliye'yi desteklemek için Bandırma'da yaptığı
konuşma yüzünden görevden alınınca, Anadolu'ya geçti ve Burdur milletvekili olarak BMM'ye
alındı. 23 Ocak 1920'de Cuma günü Balıkesir'deki Zağanos Paşa Camii'nde halkı Yunanlılara
karşı Milli Mücadele'ye davet etti. Benzeri bir konuşmayı Ankara'da Hacı Bayram Camii'nde
de yaptı.

Ekim 1920'de, Konya Ayaklanması'nı önlemek, halka öğüt vermek için Konya'ya gönderildi.
Oradan Kastamonu'ya geçti ve Nasrullah Camii'nde Sevr Antlaşması'nın içyüzünü, Milli
Mücadele'nin niteliğini anlatan coşkulu bir vaaz verdi. Bu vaaz Diyarbakır'da basılarak bütün
vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Şubat 1921'de, İstiklâl Marşı'nın güftesini yazdı, ancak
ihtiyacı olduğu halde kendisine ödül olarak verilen 500 lirayı bir hayır kurumuna bağışladı.
1922'den itibaren kışlarını Mısır'da geçirmeye başladı, Cumhuriyet'in kurulmasından sonra
tümüyle Kahire yakınlarındaki Helvan'a yerleşti. 1926-1936 arasında Kahire'deki Câmi-ül
Mısriyye Üniversitesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliği yaptı. Yakalandığı siroz
hastalığını tedavi için döndüğü İstanbul'da 27 Aralık 1936'da öldü.

Milli Mücadele'nin başında İslamcı unsurları davaya kazanmak için Meclis'e davet edildiği, bu
tür bir desteğe ihtiyaç kalmayınca gözden düştüğü anlaşılan Mehmet Akif'in Ankara'da 'Arap
Akif', 'mürteci Akif' diye alaya alındığı söylenir. Mısır'da ise entari giyip dolaşmak yerine
ceket, pantolon ve frenkgömleği giydiği gerekçesiyle 'Hıristiyan Âkif', 'Gavur Âkif' denen
Mehmet Akif'in ülkeden ayrılışını 'şapka giymemek için' diye açıklayanlar vardır.

Akif ülkeden ilk ayrıldığında henüz Şapka Devrimi yapılmadığı için bu iddia pek inandırıcı
değildir ama ülkeden ayrılmasının 'laiklik' konusundaki fikir ayrılıklarıyla ilişkili olduğu açıktır.
Ülkeyi terk ederken, bir arkadaşına, "Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını
satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum
ve işte bundan dolayı gidiyorum" demiştir. Bu tepkisi eski bir Teşkilat-ı Mahsusacı için
oldukça naiftir ancak, ileriki yıllarda muhaliflerin başına gelenler düşünülünce, gayet
gerçekçidir.

Bir muhalif parti ve bir Kürt isyanı

18Ekim 1924'te yeni yasama yılı için Meclis'i açmaya gelen Mustafa Kemal, kendisini
karşılayanlar arasında Rauf ve Adnan beylerin olmadığını gördüğünde bir şeyler döndüğünü
anlamıştı. 26 Ekim'de Kazım Karabekir, hakkındaki muhafazakârlık suçlamalarından yorgun
düştüğünü, rapor ve tavsiyelerinin Genelkurmay Başkanlığı'nca dikkate alınmadığını
söyleyerek istifa edip, ardından Ali Fuat Cebesoy da istifa edince Mustafa Kemal'in tepkisi
sert oldu.

'Ya askerlik, ya siyaset'

Çünkü, sonradan Nutuk'ta belirteceği gibi, epeydir bazı Milli Mücadele paşalarının eski 2.
Grup üyeleri ve bazı gazeteler aracılığıyla ulusu kendisine karşı kışkırtmak için yurtiçinde
gizli örgütler kurma çabasında olduklarına inanıyordu. Bu 'tertip'i boşa çıkarmak için, 30
Ekim 1924'te Meclis'in kumandan üyelerine ya milletvekilliğini, ya askerliği seçmelerini
emretti. 'Kuzu Paşa' lakaplı Fevzi Çakmak ve dört kolordu kumandanı bu isteğe uyarak
orduda kalmayı seçtiler. Talebe itiraz edenler ise zorla istifa ettirildi. 8 Kasım'da yaşanan bir
kabine bunalımından sonra Rauf Bey ve 10 arkadaşı istifa ettiler ve 17 Kasım 1924'te
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı (TpCF) kurdular.

Partinin Genel Başkanı Kazım Karabekir, ikinci başkanları Dr. Adnan Adıvar ve Rauf (Orbay),
Genel Sekreteri Ali Fuat (Cebesoy) idi. Üyeler arasında bazı eski İttihatçılar da vardı.
Mustafa Kemal'in üç gün sonra, "benim burnuma barut ve kan kokusu geliyor, inşallah ben
yanılmışımdır" demesi, tepkisinin ne olacağını göstermişti.

21 Kasım 1924'te The Times gazetesinin İstanbul muhabiri Mr. Macartney'e mülakat veren
Mustafa Kemal'e göre "Terakkiperverlerin cumhuriyetçilikleri içtenliksiz, programları sahte,
kendileri de düpedüz gerici" idiler. Gazi bunları söylerken "çok öfkelenmiş, yüzü kıpkırmızı
kesilerek, muhalefetin her bir üyesini teker teker anmış; onların her şeylerini borçlu
bulundukları kendisine karşı nankörlük ettiklerini ve vatan haini olduklarını" söylemişti.
Gazeteci bu hiddet karşısında, Paşa'yı yatıştırmak zorunda kalmıştı. Diğer suçlama ise
TpCF'nin programının ve tavrının irticayı cesaretlendirdiği idi. Oysa programın 6.
maddesinde sadece şunlar yazıyordu: "Parti dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır." Ayrıca
programda Halifeliğin geri getirilmesi talebi olmadığı gibi dinin önemine ilişkin en ufak bir
atıf yoktu.

Takrir-i Sükûn dönemi

Siyasi iklim böyleyken, 13 Şubat 1925'te Bingöl'ün (o zamanki adıyla Çapakçur'un) Ergani
ilçesinin Eğil bucağına bağlı Piran Köyü'nde patlak veren, dinci, feodal ve ulusal taleplerin iç
içe geçtiği Şeyh Said isyanı, demokrasinin tümüyle rafa kaldırılmasına bahane oldu. Aslında
Sünni Zazalar arasında kalan isyan sadece kırsal bölgelerde destek görmüştü. Örneğin Şeyh
Said'in Diyarbakır'ı ele geçirme girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı, çünkü şehir halkı destek
çıkmamıştı. Elazığ'da da benzer şeyler yaşandı. Lolan, Hormek ve Hayderan aşiretleri başta
olmak üzere pek çok Alevi Kürt/Zaza aşireti Şeyh Said'in güçlerine karşı savaştı. Pek çok
Kürt aşireti Ankara'ya bağlılık telgrafı çekmekte yarıştı. Bitlisli Nakşibendi lideri Said-i Nursi
de isyana desteğini esirgeyenlerdendi.
Meclis'te isyana ılımlı yaklaşılmasını önerenler vardı ama Mustafa Kemal'in sert önlemler
alınmasını tavsiye eden uzun konuşmasından sonra radikaller galip geldi ve 14 Doğu
vilayetinde sıkıyönetim ilan edildi. Ardından Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda dini esaslara
göre cemiyet kurulmasını yasaklayan ve dini siyasete alet edenleri 'vatan haini' ilan eden
değişiklik yapıldı. İsmet Paşa'nın rahatsızlığı yüzünden başbakanlığa getirilmiş olan Fethi
Bey'in oylamayı kendisine güvensizlik olarak görüp istifa etmesinden sonra kurulan ikinci
İsmet Paşa kabinesinin ilk icraatı ise, demokrasiyi askıya alma konusunda hükümete iki yıllık
bir süre için neredeyse sınırsız yetkiler veren 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn (Huzur ve
Güveni Sağlama) Kanunu'nu çıkarmak oldu. 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul edilen
kanunla biri Doğu için Diyarbakır'da (Şark), diğerleri Ankara'da olmak üzere, üç İstiklâl
Mahkemesi kuruldu. Türk Ordusu'nun 7, 8 ve 9. Kolorduları ile 12 tümenin katıldığı bir
bastırma harekâtı sonunda isyan iki ayda bastırıldı, ancak gerek ordu gerekse isyancılar
büyük kayıplar verdi. Şark İstiklal Mahkemesi'nde görülen Şeyh Said davasında 81 sanık
yargılandı, dava sonunda 12 kişi beraat etti, Şeyh Said'le beraber 49 idam kararı verildi,
bunlardan ikisinin cezası 10 yıl hapse çevrildi, diğer 47 hükümlü 28 Haziran'da Diyarbakır'da
yerli ve yabancı erkânın huzurunda idam edildi. Diğer sanıklar ise bir ila 10 yıl arasında
değişen hapis cezalarına çarptırıldı. 3 Haziran 1925'te ise isyana destek verdiği iddia edilen
TpCF kapatıldı. (Bu desteği gösteren belgeler bugüne kadar ortaya konulmadı.)

Sadece yedi ay faaliyet gösterebilen, ancak bir ara seçime girebilen, dolayısıyla hiç hükümet
kuramayan parti, Cumhuriyet tarihinde ancak bir 'dipnot' olarak kaldı. Partiye, dönemi
anlatan önemli eserlerde bile yer verilmedi, verildiği durumlarda da Mustafa Kemal'in bakış
açısıyla verildi. Prens Sabahattinci liberal bir programı olan parti, CHF'nin tersine, kuvvetler
ayrılığı ilkesini, tek dereceli seçimleri, cumhurbaşkanının fesih ve veto yetkisinin
sınırlanmasını savunuyordu. Partinin, esas olarak bağımsızlığın kazanılmasından sonra
yapılması kaçınılmaz olan devrimlerin hızı ve derinliği konusunda Mustafa Kemal'den farklı
düşündüğü, daha tedrici bir dönüşümü savundukları anlaşılmaktadır. CHF'den daha az
otoriter, daha az merkeziyetçi, daha az köktenci oldukları söylenebilir. Nitekim, partinin
kapatılmasından birinci derece sorumlu olanlardan İsmet İnönü, 1963'te partinin
'muhafazakâr' olmadığını, aksine parti liderlerinin "ileri fikirli ve islahatçı" olduklarını
söylemek gereğini duymuştur.

Festen şapkaya geçilirken

Mustafa Kemal, Nutuk'ta "Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde,
bilgisizliğin, bağnazlığın, uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin bir
simgesi gibi oturuyordu" demişti.
Ama Mayıs 1925'te Donanma'da Alman tipi keplerin giyilmesiyle başlayan süreçte hem
komik; hem trajik olaylar yaşandı.

24 Ağustos-1 Eylül 1925 tarihleri arasında, Çankırı, İnebolu ve Kastamonu'yu kapsayan bir
yurt gezisi sırasında, Kastamonu'da elinde bir 'Panama şapka' ile halka 'medeni ve
milletlerarası' olmak için şapka giymeyi öğütleyen Mustafa Kemal, aynı gezi sırasında,
ordunun gücüne ve önemine de vurgu yapmıştı. Halkın çoğu mesajı almıştı, ancak ülkede
yeterli sayıda şapka yoktu. Kimi başına kâğıt şapka, kimi kadın şapkası takmak zorunda
kalırken, namaz kılarken düşmeyen kopçalı kasketler yapmak gerekti. Kastamonulu
terzilerin hepsi kasket terzisi oldu ama yine ihtiyaç karşılanamadı. Yabancı tüccarlar fırsatı
kaçırmadılar ve yurtdışından gemiler dolusu fötr, panama kasket vb. şapkayı ülkeye
getirdiler.

Bu sefer fiyatlar çığrından çıktı ve şapkaya 'narh' konması gerekti. Böylece Mustafa Kemal'in
Kastamonu'da söylediği, "İşte takke, üzerinde fes, onun üstünde de ağbani sarık... Bunların
hepsinin ayrı ayrı parası yabancılara gidiyor" sözü boşa çıktı. Bağımsız Bursa milletvekili
Sakallı Nureddin Paşa'nın, milletvekillerinin şapka giymeye zorlanışını Anayasa'ya aykırı
bulması 'gericilik', 'vatana ihanet', 'bağnazlık' nidalarıyla karşılandı. Ahmet Ağaoğlu'nun,
"Şapka meselesinin Anayasa ile ilgili olduğunu işitince utandım. Şapkanın, gömleğin,
redingotun, mendilin Anayasa ile ne ilgisi var?" diye sorması fayda etmedi, 25 Kasım
1925'te Şapka İktisası (Giyilmesi) Kanunu çıktı.

Peş peşe kanunlar

30 Kasım'da, Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım


Unvanların Men' ve İlgasına Dair Kanun geçince, Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun,
Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane'de 'gavur memur
istemeyiz', 'şapka istemeyiz' diye gösteriler başladı. Tepkiler, Ankara İstiklal Mahkemesi'nce
verilen 12 (bazı kaynaklara göre 7) idam ve yüzlerce ağır hapis cezası ile bastırıldı.

İdam cezaları İsmet İnönü'nün teklifi ile, Meclis'in onayı aranmaksızın infaz edildi. Mustafa
Kemal, daha sonra "Bunu 'Takrir-i Sükûn' düzeninin sağlanması için geçerli olduğu zamanda
yaptık. Bu yasa yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama bunda sözü edilen yasanın
yürürlükte olması işi kolaylaştırdı denirse, bu çok doğrudur" demişti.
Yolları ayrılan iki güçlü paşa

Muhafazakâr milliyetçi denilebilecek bir çizgisi olan Kazım Karabekir (1882-1948) Mustafa
Kemal'le daha Milli Mücadele sırasında görüş ayrılıklarına düşmüştü. Ama ikilinin yolları
Cumhuriyet'in ilanı ve halifeliğin kaldırılmasından sonra ayrıldı.

TpCF deneyimi ve bunu izleyen İzmir suikastı davasından sonra Moda'daki evinde göz
hapsine alınan Karabekir, 1933'te Milliyet gazetesinin 'Ankaralının Defteri' isimli sütununda
neşredilen ve 'Millici' imzasıyla kendisini eleştiren yazılara yedi cevap gönderdi.
Mektuplardan sonuncusu 'devletin beynelmilel menfaatlerine aykırı olduğu' gerekçesiyle
yayınlanmayınca Karabekir, İstiklal Harbimizin Esasları kitabını yazdı. Kitabın içerdiği iddialar
yüzünden hiç hoş karşılanmadı ve tüm nüshaları Kılıç Ali başkanlığındaki bir heyetçe
toplatılıp yakıldı.

Paşa'nın iddiaları

Karabekir'e göre 'İstiklal Harbi yapmak fikri'ni ilk kez kendisi 29 Kasım 1918'de İsmet Bey'e
açmıştı. Vahidettin'i de ikna edince, konuyu 11 Nisan'da Mustafa Kemal'e açan Karabekir, bir
gün sonra Trabzon üzerinden Erzurum'a geçerken, Mustafa Kemal Samsun'a ancak Harbiye
Nazırı olmaktan umut kesince gitmişti.
Erzurum ve Sivas kongreleri sırasında 'milli güçlere' güvenmekten vazgeçip, önce
Bolşeviklerden, sonra Amerikan mandasından medet ummuştu. Kendisinin Doğu'da
Ermenileri durdurmak için harekete geçme isteğine, Rusya'ya bel bağladığı için bir türlü izin
vermemişti. Karabekir kendi inisiyatifiyle harekete geçerek Doğu Cephesi'nde 'Ermeniler'i
darmadağın ederken', Mustafa Kemal, Meclis'i kontrol etmeye aklını taktığı için iç isyanlar
artmıştı.

Ordu ihmal edildiği için Yunanlılar Ankara önlerine gelebilmişti. Sakarya Savaşı'nı Mustafa
Kemal'in hataları uzatmıştı. Karabekir ayrıca, Mustafa Kemal'i, Ali Şükrü'nün katili Topal
Osman'ı, TKP'li Mustafa Suphiler'in katili Yahya Kahya'yı, Erzurum Kongresi sırasında
Mustafa Kemal'i tutuklamaya çalışan Trabzon Valisi Ali Galip'i ve Fevzi Paşa'yı öldürme emri
verdiği için de suçluyordu. Ama en büyük eleştirisi Cumhuriyet'in alelacele ilan edilmesi,
halifeliğin ise Musul meselesi çözülmeden kaldırılması konusunda idi.

Kitabın müsadere edilen nüshalarından biri üzerinden Mustafa Kemal tarafından hazırlanan
dokuz sayfalık yanıtlarda, bazı açıklamaların yanı sıra, 'yalan', 'saçma ve ayıp', 'beyinsizce'
şeklinde notlar düşülmüşse de İslamcı-milliyetçi ideolojisinin ve benmerkezci kişiliğinin
yarattığı öznelliği hesaba katarak belli bir ihtiyat payı bırakmak kaydıyla, Kazım Karabekir'in
iddialarını incelemekte fayda vardır.

İzmir suikasti: İdamlar ve bir devrin sonu

Muhaliflerle nihai hesaplaşma, 15 Haziran 1926 günü, Giritli Motorcu Şevki'nin İzmir
Valiliği'ne yaptığı bir ihbarla başladı. Şevki'nin iddiasına göre o gün İzmir'e gelecek olan
Mustafa Kemal'e Kemeraltı'ndan geçerken bir suikast yapılacaktı. Aynı akşam İzmir'de ve
İstanbul'da bir dizi tutuklama yapıldı.

Tutuklananlar arasında Saltanat'ın kaldırılmasına tek ret oyunu veren eski Lazistan
milletvekili Ziya Hurşit, Mustafa Kemal'in çocukluk arkadaşı, Samsun'a birlikte çıktığı Miralay
(Ayıcı) Arif Bey, Çopur Hilmi, Gürcü Yusuf, Laz İsmail ile İstanbul'da Bristol Oteli'nde
'yakalanan' Sarı Efe Edip adlı istihbaratçı vardı. Sarı Efe Edip'e göre suikast, Şeyh Said
İsyanı ile ilişkilendirilerek bir yıl önce apar topar kapatılan TpCF Umumi Heyetince
planlanmıştı.

'Benim naçiz vücudum...'

Sonra Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar Paşa ve Rüştü Paşa başta olmak üzere,
Terakkiperver paşalarının ve partili milletvekillerinin tutuklanarak, yargılanmak üzere İzmir
İstiklal Mahkemesi'ne yollanmasını emretti. Rauf Bey 'sağlık nedenleri yüzünden' yurtdışında
olduğu için; Dr. Adnan Adıvar ise o günlerde Fransa'ya gittiği için kurtulmuştu. Karabekir,
mahkemeye kadar, penceresi tahtalarla çivilenmiş bir hücrede yerde yatırılmış, çok kötü
muamele görmüştü. İsmet Paşa ciddi bir kanıt olmadan Milli Mücadele'nin önderliğini yapmış
bu önemli şahsiyetlerin tutuklanmasının bir skandal olacağını söyledi, ama sadece Kazım
Karabekir'in serbest bırakılmasını sağladı. Bunu içine sindiremeyen Mahkeme Heyeti, az
kalsın İsmet Paşa'yı da tutuklayacaktı, neyse ki bu kadar ileri gidilmedi.

Ankara İstiklal Mahkemesi, 1924 Anayasası'nın milletvekili dokunulmazlığını düzenleyen 17.


maddesini çiğneyerek, çoğu milletvekili olan 49 sanığı yargılamaya 26 Haziran 1926'da
başladı. Sanıklar, 'suikastçiler', 'onlarla ilişkili olanlar' ve 'eski İttihatçılar' olarak üçe
ayrılmıştı. İlk iki gruptaki paşalar, hükümetin Mustafa Kemal'e yönelik bir suikast
hazırlığından haberdar olduğunu, hatta suikastçilerin arasına emekli jandarma yüzbaşısı Sarı
Efe Edip'i soktuğunu söyledi. İma ettikleri, suikast girişiminin kendilerini suçlamak için
kasten önlenmediğiydi. Diğer sanıklar çeşitli şekilde nedamet getirdiler ve aflarını istediler.
Ancak itirazlar sonuç vermedi ve mahkeme başkanı Kel Ali, 13 Temmuz'da aralarında altısı
TpCF yöneticisi 15 kişi için idam cezasını açıkladı. TpCF'yi suçlayan ifadenin sahibi Sarı Efe
Edip, "Bu kararda benim hizmetim nazara alınmadı" diye yakındı, ama idam cezasından
kurtulamadı. Böylece 'hizmetlerinin' ne olduğu hiçbir zaman ögrenilemedi.

Özel istekle af

Kara Kemal ve Abdülkadir Bey dışındaki 13 kişi, o gece idam edildi. Kara Kemal
yakalanacağını anlayınca intihar etti. İdamlarla gereken gözdağının verildiğini düşünen
Mustafa Kemal'in 'özel isteği ile' Kazım Karabekir, Cafer Tayyar, Ali Fuat, Refet ve Mersinli
Cemal paşalar ise cellattan kurtuldular ama kiminin siyasi hayatı edebiyen, kimininki
Mustafa Kemal'in ölümüne kadar sona erdi, aileleri maddi ve manevi yıkıma uğradı, yıllarca
polis denetiminde yaşadı.

'Kara Çete' diye anılan eski İttihatçılar, Ankara'da yargılandı, kanıt olmadığı halde Cavit Bey,
Dr. Nazım, Ardahan mebusu Hilmi ve Nail beylere idam, Balkan Savaşları'nın 'Hamidiye
Kahramanı', Misak-ı Milli kararının mimarı Rauf Bey'le eski İzmir Valisi Rahmi Bey de dahil
yedi kişiye 10'ar yıl kalebentlik cezası verildi. İdam cezaları 26/27 Ağustos 1926 gecesi infaz
edildi. Daha önce gıyabında idama mahkûm olan Abdülkadir Bey de yakalanarak idam edildi.

Mustafa Kemal 18 Mart 1927'de Ali Fuat Cebesoy'a "Paşaları senin hatırına affettim" dedi.
Rauf Bey, ancak 1936'da ülkeye dönmeye cesaret edebildi. Mustafa Kemal'in olay
sırasındaki şoförü Seyfettin Yağız yıllar sonra "Kazım Karabekir'in suikasttan haberi yoktu...
Vali Kazım Paşa (Dirik) istihbarat almış. 'Gelmeyin paşam' diye telgraf çekti. Bunun üzerine
Atatürk 'Sür kocaoğlan' dedi. Tam gaz İzmir'e girdik" dedi.

Portre: Rıza Nur

Yakın arkadaşı Ziya Gökalp'le birlikte Meclis'in Türkçü, daha doğrusu 'ırkçı' kanadını temsil
eden Rıza Nur (1879-1942), Cumhuriyet'in İlanı'na kadarki dönemde Maarif ve Sıhhiye
bakanlıklarında bulundu. 1920'de destek sağlamak için Sovyet Rusya'ya gönderildi, Çiçerin
ve Stalin'le görüştü. Saltanat'ın kaldırılmasında aktif rol oynadı. Lozan Barış Görüşmelerinde
İkinci Murahhas (Delege) olarak görev yaptı. İzmir Suikasti Davası'ndan hemen sonra
Paris'e kaçtı ve Türkiye'ye ancak Mustafa Kemal'in ölümünden sonra dönebildi. Paris'teki
Biblioteque Nationale ve Londra'daki British Museum'a, 1960 yılından önce yayımlanmamak
kaydıyla teslim ettiği dört ciltlik tartışmalı eserini 1929-1935 arasında kaleme aldı.

Mustafa Kemal ve dönemi hakkında yazanların ezici çoğunluğu, ölçülü, temkinli hatta korkak
diye nitelenebilecek bir yaklaşım içinde iken, Rıza Nur, son derece pervasız, saldırgan, hatta
hakaret dolu üslubuyla diğerlerinden ayrılır. Ancak Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ekibine
yönelttiği eleştirilerin benzerlerini kendisi (hatta eşi ve diğer yakınları) için de kullandığı
düşünülürse, bunun psikolojik bir rahatsızlıktan kaynaklandığı anlaşılır. Küfürler dışarıda
bırakılırsa, Rıza Nur'un canlı, renkli, ve 'sansürsüz' anlatımları, dönemin resmi tarih
tarafından yer verilmeyen yanlarını kavramak açısından önemli bir kaynaktır.

Af kapsamı dışında kalan 150'likler

24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması'na konan bir maddeyle Milli Mücadele sırasında
İtilaf Devletleri'yle ya da İstanbul hükümetleriyle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle af
kapsamında bırakılan kişiler '150'likler' diye anıldı. Türkiye'ye girmesi ya da Türkiye'de
oturması yasaklanan ilk 'hainler listesi' 600 kişilikti. (Bu kişilerin kimler olduğu hâlâ
bilinmemektedir.) Ancak anlaşma hükümleri bu sayıya izin vermeyince, liste önce 300
kişiye, sonra da 149 kişiye indirildi. Bakanlar Kurulu rakamı 150'ye tamamlamak için 'Köylü
Gazetesi' sahibi Refet Bey'i de ekledikten sonra 1 Haziran 1924'te durumu kesinleştirdi. Bu
listede 'hain' yaftası epeydir boyunlarında asılı olan son padişah Vahdettin ile Damat Ferit
Paşa nedense yoktu.

O sırada Türkiye'de olanlar yurtdışına çıkarıldı, Türkiye'de mülk edinmeleri ve miras


bırakmaları yasaklandı. Neyle suçlandıkları belli olmayan ve suçları belgelenmeyen bu
kişilerin Türk uyruğundan düşürülmesi 1927'de oldu. Afları için ise 29 Haziran 1938'i
beklemek gerekti. Yakup Kadri'ye göre, 150'liklerin affı, Mustafa Kemal'in listede yer alan
edebiyatçı Refik Halit Karay'a duyduğu sempati sayesinde olmuştu. Affa rağmen, 150'liklere
eski memuriyetlerinden dolayı emeklilik bağlanmaması sekiz yıl süre ile kamu hizmetinden
yasaklanmaları öngörüldü. Ayrıca, gerekli görülürse yurttaşlıktan yine çıkarılabileceklerdi.
Elbette, geriye dönmeye çok az kişi cesaret etti.

BİTİRİRKEN

Dava ile bir devir tamamen kapanırken, Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Kazım Özalp,
ordudaki görevlerinden istifa ederek sivil oldular. 1 Eylül 1927'de çalışmaya başlayan
Üçüncü Meclis tümüyle sivildi, ancak muhalif tek ses yoktu. Sıra galiplerin tarihini yazmaya
gelmişti. Mustafa Kemal, 15-20 Ekim 1927 tarihli CHF Kurultayı'nda ünlü Nutuk'unu irad etti.
Kendisi, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak dışında herkesin nasıl 'gaflet ve delalet' içinde
olduğunu anlattı. Takrir-i Sükûn dönemi İstiklal Mahkemeleri 4 Mart 1927'ye kadar fiilen
çalıştı. 4 Mart 1929'da hukuken sona eren mahkemelerin kuruluş kanunu ve ekleri 'her
ihtimale karşı' 1949 yılına kadar yürürlükte tutuldu. Bu mahkemelerde yaklaşık 7500 kişi
yargılandı, bunların yaklaşık 3280'i çeşitli cezalara çarptırıldı. Bu cezaların 660 kadarı idam
cezası idi. Mustafa Kemal, Takrir-i Sükûn görüşmeleri sırasında güvensizlik oyu verilerek
istifaya zorlanan ve mebusluktan istifa ederek Paris büyükelçiliğine giden Ali Fethi Okyar'a
12 Ağustos 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı (SCF) kurdurdu ama partinin umulmadık
biçimde popüler olması ve kendisine karşı muhalefetin merkezi haline gelmeye başlaması
üzerine 17 Kasım 1930'da partiyi feshe zorladı. 1935'te milletvekili seçilen 399 kişiden
383'ünün adı bizzat Mustafa Kemal tarafından belirlendi, geriye kalan 16 kişi bağımsız
mebusluklar için boş bırakıldı, ancak bağımsızların başvurusu için yeterli süre bırakılmadığı
için hemen hiçbir bağımsız aday seçilmeyi başaramadı. Son sözü Mustafa Kemal'in has
adamlarından Esat Mahmut Bozkurt'a bırakalım: "Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki
kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer, taban halk, tepesi yine halktan gelen
baştır ki, bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka
bir şey değildir."

KAYNAKÇA

Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması, 1923-1931, Tarih
Vakfı Yayınları, 2005; Sina Akşin, 'Mustafa Kemal Atatürk'ün İktidar Yolu' Çağdaş Düşünce
Işığında Atatürk, Eczacıbaşı Vakfı Yayınları 1983;
Selim İlkin-İlhan Tekeli, "Kurtuluş Savaşı'nda Talât Paşa ile Mustafa Kemal'in
Mektuplaşmaları", Belleten, XLIV, 174(1980): 301-345; Ş. Süreyya Aydemir, Tek Adam (4
cilt) Remzi Kitabevi 1969 ve Enver Paşa (3 cilt), Remzi Kitabevi, 1993; Melih Pakdemir,
Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük (2 Cilt), Su Yayınları 1999; Emrah Cilasun,
Baki İlk Selam, Belge Yayınları, 2004; Cemal Şener, Çerkes Ethem Olayı, Etik Yayınları,
2001; Şerif Mardin, Saidi Nursi Olayı, İletişim Yayınları, 1999; Emel Akal, Mustafa Kemal,
İttihat Terakki ve Bolşevizm, TÜSTAV Yayınları, 2002, İsmail Göldaş, Takrir-i Sükûn
Görüşmeleri, Belge Yayınları, 1997; Michael Finefrock, From Sultanate to Republic: Mustafa
Kemal Ataturk and the Structure of Turkish Politics, 1922-1924 (Basılmamış doktora tezi,
Boğaziçi Üni. Kütüphanesi'nde); Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kuruluşu
(1923-24), İletişim Yayınları, 1998; Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (5 Cilt), Türk İnkılap
Tarihi Enstitüsü Yayınları, 1961-72; Atatürk, Nutuk (3 cilt), Türk Devrim Tarihi Enstitüsü
Yayınları, 1973; Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri (1920-1923/1923-1927), Zeus
Yayınları, 2006; Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Türkiye Basımevi, 1960; Uğur Mumcu,
Kazım Karabebir Anlatıyor, Um:Ag Vakfı Yayınları, 1998; Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
Politikada 45 Yıl, Bilgi Yayınları, 1981; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Basımevi,
1969; General Ali Fuat Cebesoy'un Siyasi Hatıraları (2 cilt), Vatan Neşriyatı, 1957; Ahmet
Demirel, Birinci Meclis'te Muhalefet-İkinci Grup, İletişim Yayınları 1994; Ömer Kürkçüoğlu,
Türk-İngiliz İlişkileri 1919-1926, SBF Yayınları, 1978; Kadir Mısırlıoğlu, Kurtuluş Savaşı'nda
Sarıklı Mücahitler, Sebil Yayınları, 1972; Hülya Küçük, Kurtuluş Savaşı'nda Bektaşiler, Kitap
Yayınevi, 2003, Seyfi Öngider, Kuruluş ve Kurucu, Aykırı Yayınları, 2003; Erik Jan Zürcher,
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bağlam Yayınları, 1992; Azmi Nihat Erman, İzmir Suikasti
ve İstiklal Mahkemeleri, İstanbul, Temel Yayınları, 1971; Sümer Kılıç, İzmir Suikasti, Emre
Yayınları, İstanbul, 2005.

Ayşe Hür, hurayse@hotmail.com

- BİTTİ -

Potrebbero piacerti anche